TÜRK İNANCI
9 Mayıs 2013 Perşembe
TÜRK İNANCI: BABAİLİK, BEKTAŞİLİK ve ALEVİLİK
TÜRK İNANCI: BABAİLİK, BEKTAŞİLİK ve ALEVİLİK: Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK A) BABAİLİK Babailik tanımı çok önemlidir. Bu...
BABAİLİK, BEKTAŞİLİK ve ALEVİLİK
Yazan: Fahrettin
ÖZTOPRAK
A) BABAİLİK
Babailik tanımı çok
önemlidir. Bunu bazıları Bahailikle karıştırmak isterler ama, onunla Babailiğin
hem zaman bakımından, hem fikir bakımından, hem de uygulama açısı bakımından
en ufak bir ilişkisi yoktur. Babailik, Anadolu’nun sosyal-kültürel hayatında
yer almış, bu sosyal-kültürel hayata tesirlerde bulunmuş; özünü Türkistan
Türklerinin eski din ve inançlarından almış; bunların zaman ve mekan bakımından
tesiriyle ortamına göre yoğrulmuş, Anadolu Türkmenlerinin zaruret ve şartlarına
göre de bunların savunucuları tarafından düzenlenmiş milli bir akide
sistemidir, toplum felsefesidir. C. H. Tarım, Babailiği böyle tanımlamaktadır.
O Bektaşilik ve Ahiliğin de Babailikten çıktığı kanısındadır.
Baba
İshak öyle basit bir kimse değildir. O, kentlerdeki insanları, köylerdeki
insanları ve konar-göçer insanları da tanımaktadır. Bu insanları tanıdığı
gibi, onların kültürlerini, geleneklerini, temayüllerini, inançlarını da
bilmektedir. Bir tarafta rahatını sürdürenler, diğer tarafta hayatın
sıkıntısını, yetmedi; çilesini de çeken insanlar. Bir tarafta beş vakit namaz
kılan, her yıl 30 gün oruç tutan, ömürlerinde bir iki defa hacca giden
insanlar; diğer tarafta sırf kelime-i şehadetle ve zekat vermekle yetinenler.
Şehir ve kasabalarda yaşayanların evlatları devlet yönetiminde görev alırken,
muharebelerde geri planda kalırken; köylerde ve obalarda yaşayanların
evlatları askere alınıyor, bunun sonu gelmiyor; her defasında da muharebelerde
ön plana sürülüyorlar. Baba İshak bunları halk kesimine, Türkmenlere anlatıyordu.
Amacının eşitliğin sağlanması, kesimler arasında ayrımların yapılmamasıydı.
Böyle bir sosyal düzen istiyor, ağır vergilerin kaldırılmasını, herkesin
kazancına göre vergilendirilmesini şart koşuyor; sömürünün olmadığı bir
ekonomik düzenin gerekliliğini söylüyordu. Onu bu yönleriyle düşünmeyen H.
Hüsamettin’e göre Baba İshak ıssız ve kayalık bir arazide bulunan mağaraya çekilmiş
münzevidir. Müneccimbaşına göre ise sürekli namaz kılan, oruç tutan biridir.[1]
Babailiğin
gerçek tanımı Hazreti Muhammet ve biricik kızı Hazreti Fatıma’dan gelir. Kuran’da
bir ayet vardır. Bu ayette Hazreti Muhammet’ten bahsedilir ve “O kimsenin
babası değildir” denir. İşte söz konusu ayet Hanefi Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı Azam
Ebu Hanife ve Hanefiliğe inanan Türklerin zihinlerinde bir soru işareti olarak
kalmış, ayeti zaman zaman sorgulamışlardır. Hazreti Muhammet’in Hazreti Fatıma’nın
babası olduğunu kim inkar edebilir? Bu imkansız bir şeydir. Bu ayet bile olsa kabul edilebilecek bir şey değildir. Babailik, Hazreti
Muhammet’i Hazreti Fatıma’nın babası olarak kabul etmek demektir. Bu nedenle
liderlerine, bilhassa Baba İshak’a Baba Resul adını vermişlerdir. İmam-ı Azam’ın
Hanife adında bir kızı vardır. Zamanla, bilhassa günümüzde bu bile inkar
edilmektedir.
B) BEKTAŞİLİK
Bektaşi Hacı Bektaş’ın yolunda giden demektir. Hacı Bektaş da bir
Babaidir. Ahi Evran gibi Babai isyanında yer almış ve bu nedenle kardeşi
Menteş’i bile kaybetmiştir. Bunu bazı yazarlar kabul etmese de, belgeler
onların aksi görüşündedir. Hacı Bektaş’la Ahi Evran arasında her hangi bir fikir ayrılığını
görmüyoruz. Ancak Mevleviler her ikisine de karşıdır. Mevlana, Ahi Evran’ı ve
Hacı Bektaş’ı Türkmenlere destek verdikleri için sevmez. Mevlana’nın ayrıca Ahi
Evran’la Şems-i Tebrizi’den dolayı şahsi bir meselesi de vardır. Ancak onun
Hacı Bektaş’la bu tür bir meselesi yoktur diyemeyiz. Çünkü Ahi Evran’ın hanımı
Kadıncık Ana dolayısı ile ilgisi vardır.
Karaca Ahmet, Kumral Abdal, Geyikli Baba Hacı Bektaş’ın mürididirler ve
Osmanlı Beyliği’nin hizmetine girmişlerdir. Bunların Sulucakarahöyük’le
bağlantılarını kestiklerini zannetmiyoruz. Daha yüzlerce, binlerce Hacı Bektaş
müridi aynı yolu izlemişlerdir. Hacı Bektaş’ın Anadolu teşkilatlanması ile de
ilgisi vardı. Abdal Musa, Hacı Bektaş’ın mürididir. Tabduk Emre ve Yunus Emre
Hacı Bektaş’la bağlantılı. Kadıncık Ana’nın Bacıyan-ı Rum’u bile bağlantılı.
Karaca Ahmet Gaziyan-ı Rum’dandır. Kumral Abdal Ahiyan-ı Rum’dandır. Demek ki
bu teşkilatın dördü de Hacı Bektaş’la bağlantılı. Daha doğrusu Hacıbektaş bir
kaynak mesabesinde. Osmanlı Beyliği’ni besliyor, Ertuğrul Gazi’yi güç
bakımından takviye ediyor.
Moğollar desteğindeki Nurettin Caca tarafından Ahilerin kırımı
hadisesinde Hacı Bektaş’ın bu olayda yer almadığını görüyoruz. Ona dokunulmamış.
Bunun nedenini şimdilik çözemeyiz. Hacı Bektaş, N. Caca ile bir irtibat kurup
da, bize dokunmayın diyerek, böyle yapmamıştır. Bunu düşünemeyiz bile.
Sulucakarahöyük, Kırşehir’e bağlı bir kasabadır. Selçuklu askerileri ve
Moğollar bile bu kasabadan uzak kalmaktalar. Nedeni de belli değil. Bunu
anlamak Hacı Bektaş’ın Osmanlı Beyliği’yle sıkı irtibatı olabilir. Çünkü bu
beylik bir taraftan Selçuklulara bağlı olduğu gibi, diğer taraftan Moğollara da
vergi vermektedir. Bu durum Osman Bey’in, amcası Dündar Bey’i oklayıp
öldürdükten sonra, 1299 yılında Osmanlı Devleti’ni kurana kadar devam
etmiştir.
Hacı Bektaş, Bektaşilik Tarikatını kurmamıştı. Bektaşilik daha sonra
meydana çıkmıştır. Hatta Hacı Bektaş, Vilayetnamesini bile yazmamıştı. Bu da
sonradan yazılmıştır. Hacı Bektaş, asla ve asla Peygamber soyundan geldiğine
dair bir imada bulunmadığı gibi, kendisini herhangi bir tarikatın, Ebu’l Vefa
Tarikatı’nı misal verirsek, şeyhi konumunda da görmemiştir. Bu da daha sonra
yapılmıştır.
C- ALEVİLİK
Bektaşiliğin, hatta Şeyh Bedrettin’in en büyük düşmanı Nakşibendi
Tarikatı’nın Halidi koluna bağlı olanlardır. Bunlarda Kürtlerin etkisi
fazlaydı. Daha doğrusu Türklere karşıydılar. İkinci Mahmut’u da yönlendiren
bunlardı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını yenilikçilerin yaptığını
söylerler. Olayın diğer yönünü yazarlarımızdan biri bile görmez. Üçüncü Selim
de Yeniçeri Ocağı’na, yani Bektaşilere karşıydı. Bunu onun yenilikçiliğiyle
izah ederler. Evet Üçüncü Selim yenilikçiydi ama, onun bir de Mevlevilik
tarafı vardı. Araştırmamızda gördük ki, Mevleviler Ahi Evran’a karşı ve onun
düşmanı oldukları gibi, Bektaşilere de düşmandırlar. Gerçi bu düşmanlık Mevlana
dönemindeki kadar şiddetli değildir ama, yine de husumetleri vardır. Her ne
kadar Bizans Tarihçisi Dukas, Börklüce Mustafa olayını yansıtırken, onun ve
müritlerinin Mevleviler gibi başı açık olduğuna değinse de, aynı durum
Bektaşiler için de söz konusuydu. Börklüce Mustafa Mevleviliğe bir an olsun
özenmediği gibi, onlarla irtibatı bile olmamıştı. O daha çok Bektaşilere
yakındı. Zaten Aydıneli uzun bir süredir Bektaşilerin propaganda alanıydı. İkinci
Mahmut, Mevlevilikten ziyade Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi kolunun tesiri
altında kalmış, Kürt Abdurrahman Efendi’nin görüşleri doğrultusunda hareket
etmişti. Nasıl Mevlana döneminde Ahi Evran’a bağlı Ahilerin elinden alınan
tekke ve zaviyeler Mevlevilere verilmişse, Vakay-ı Hayriye’den sonra
Bektaşilerin elinden alınan tekke ve zaviyeler Nakşibendilerin Halidi koluna
mensup olanlara teslim edilmişti. Osmanlı tarihinde İkinci Mahmut dönemi kadar
aciz bir döneme rastlayamazsınız. Çünkü devletin her şeyi ayaklar altına
alınmıştı. Yunan isyanı bastırılmışsa bunu başaran Kavalalı ailesiydi. Onu bile
İkinci Mahmut yüzüne gözüne bulaştırdı. Osmanlı koskoca Mısır ve Suriye
eyaletlerini elden çıkardığı gibi, Avrupa devletleri devreye girip anlaşmaya
önayak olmasalardı neredeyse İstanbul’u bile kaybedecekti. Düşünebiliyor musunuz,
başkentini savunacak asker bulamayan İkinci Mahmut, Ruslardan asker getirtiyor,
bu askerleri Boğaziçi’nin Anadolu yakasına mevzilendiriyor. Bir Kürt şeyhinin
aklıyla hareket eden başka ne yapabilir ki?!...
Günümüz Aleviliğinin çıkış noktası Vakayi
Hayriye, yani Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılmasıdır. Bundan sonra Bektaşilik
yasaklanmış, hatta tedibe tabi tutulmuş, canını kurtarmak isteyen Bektaşilerin
kimi Hanefi olmuş, kimi Halidilere verilen, Nakşibendi tekkeleri haline
dönüştürülen Bektaşi tekkelerine sığınmış, kimi de Alevilik adını almıştır.
Alevilik tam anlamıyla Kızılbaşlık anlamına da gelmez. Şia da değildir.
Aleviler Kızılbaşlar gibi hareket ederek, namaz kılmazlar, oruç tutmazlar ve
hac etmezler. Bu durum Aleviliğin önemli özelliklerinden biridir.
D- BEKTAŞİ
ŞECERESİ
a) Balım Sultan
Anadolu
halkının Farsça konuşan Mevlevilerden uzak durduğu belliydi.[2]
Mevlevilik, sarayda, eşraf arasında kendisine yer edinmişti. Bulutlarda, ayrı
bir alemde uçuyor gibiydiler. “Yesevi
tarikatının ayin ve erkanında olduğu gibi Anadolu’da da vicdanlara hitap eden
öz dile (Türkçeye) ihtiyaç vardı. İşte Bektaşilik bunu başardı” [3] Hamit
Z. Koşay bunu demektedir. O bunu derken Bektaşiliğin Türkçe konuşturmayı
başardı demesi ile Karamanlı Mehmet Bey’in fermanını kastettiği açıktır. Tabi
ki bu, halk içinde olduğu gibi, bilhassa devlet kurumlarında ve protokol
düzenlemelerinde idi.
Bektaşiliğin kurucusu
olarak Hacı Bektaş Veli bilinir ama o Bektaşilik adında bir tarikat
kurmamıştır.. Daha önce kaynaklara atıfta bulunarak birçok yerde belirttiğimiz
gibi, o bir Babai ileri geleniydi. Malya Ovası’nda kırımdan kurtulan veya
şuraya buraya dağıtılan Babaileri Sulucakarahöyük’ten teşkilatlandırmış, onları
Osmanlı Devleti’nin kurulması doğrultusunda yönlendirmişti. Karaca Ahmet, Kumral
Aptal, Geyikli Baba, hatta Dobruca’dan Ertuğrul Gazi’nin emri ile Ece Halil
kumandasındaki gemilerle Karesi-Eli’ne getirilen Saru Saltuk Türkmenleri de bu
görüşümüzü destekler mahiyettedir.
Daha önce gördüğümüz
gibi, Hacı Bektaş’ın yerleşip kaldığı Sulucakarahöyük’te onun vefatından sonra
Hacıbektaş Vakfiyesi kurulmuş, o nedenle bu kasaba XIV. Yüzyıl’ın başında
Hacıbektaş adını almıştı. Hacıbektaş sürekli faaliyetteydi. Hem Anadolu
içindeki insanlarla ilgilenirken, Marmara kıyılarındaki gazilerle de
ilgilenmekteydi. Yunus Emre gibi kimi dervişler buraya akına akın
gelmekteydiler.
Anadolu’da olduğu
gibi Rumeli’de de Hacı Bektaş’ın etkisi vardı. XIII. Yüzyıl’da, İkinci
İzzettin Keykavus zamanında Dobruca’da yaşamış Saru Saltuk’a, XIV. Yüzyıl’da,
Yıldırım Beyazıt zamanında Dimetoka’da yaşamış Kızıl Deli Sultan’a bağlı olanlar
onun düşüncesini yaşatmışlardır. Kızıl Deli Sultan’a Seydi Ali Sultan da denir.
Ona Alperen adını bile verenler vardır. Öyle ki, Kızıl Deli Sultan’a inanan
insanları Anadolu’da da görmekteyiz. Malatya, Çorum, Ankara ve Eskişehir gibi
kimi şehirlerde ocaklıları vardır. XIV. Yüzyılın ilk yarısında kendini gösteren
ve Fatih Sultan Mehmet’le de görüşecek kadar yaşayan Otman Baba da Hacı
Bektaş’a bağlı olanlardandı. Onun Şefküllü Bey olarak anılan Şucaettin Veli ve
Koyun Baba’yla münasebeti, adına düzenlenmiş “Otman Baba Vilayetnamesi”nde anlatılmıştır. Şeyh Bedrettinciler ve
Ali Koç Babalar da Hacı Bektaş’ı pir olarak tanımaktaydılar.[4]
Bektaşiliğin kurucusu
olarak tanıtılan Balım Sultan’ın Hacıbektaş’taki türbesindeki kitabede Hızır
Bali olduğu yazılıdır. Burada ona Resul Bali’nin oğlu da denmiştir.[5]
Bunların başka bir anlamı vardır. O yönde düşünmek lazım. Hızır Bali, veyahut
Resul Bali Hacı Bektaş’ın oğlu olmadığı gibi Bedrettin İdris’in de oğlu olmadığı
böylelikle meydana çıkıyor. Bunun tamamen yanlış bilgi[6]
olduğunun farkındayım, ama öyle yazılmakla verilmek istenen mesajı da almak zorundayız.
O zaman şu soru meydana çıkıyor: Hızır Bali, veyahut Resul Bali kim?
Şecereye bir bakalım:
Bektaşi geleneklerine göre Balım Sultan, Mürsel Bali’nin, o Yusuf Bali’nin, o
Resul Bali’nin, o Hızır Lale’nin oğludur.[7] Bu
şeceredeki sıranın Hızır Bali, Resul Bali, Yusuf Bali ve Mürsel Bali olarak
Balım Sultan’a kadar sırası ile geldiği[8]
söylenir. Hızır Lale de denen Hızır Bali, Hacı Bektaş’ın İdris Hoca’nın kızı
Kutlu Melek’ten olan oğludur[9] (Verilen bilgilere göre).
Bunun oğlu Resul Bali,[10]
Resul Bali’nin oğlu Mürsel Bali, Mürsel Bali’nin oğlu ise Balım Sutan’dır.
Mürsel Bali Seyit Ali Sultan’la… Rumeli’ye geçenlerden.[11]
Herhalde bu da Süleyman Paşa’nın Gelibolu’ya geçişinde vuku bulmuştur. Balım
Sultan o sırada on yaşında bir çocuk olmalı. Haydi onun Rumeli’ye geçişten
sonra dünyaya geldiğini söyleyelim. Ne yaparsak yapalım ama, durum bu haldeyken
Balım Sultan hakkında makale yazanlar, onu Yavuz Sultan Selim devrine nasıl
çıkarıyorlar, bunu anlamak çok zor. Bir nesil arası 30 yıldır ama, bunu 40 yıl
sayalım; bu silsile ancak 1400 yılına kadar gelebiliyor. Resul Bali ile Mürsel
Bali’ye kardeş diyenler de var. O zaman Resul Bali’yle Balım Sultan arasındaki
biri var. Peki, o kim? [12] Bu olsa olsa Yusuf Bali
olabilir.
b) Mahmut
Çelebi
Tarihini 1502-1503’te
tamamlayan Aşıkpaşazade, Tarihi’nde, kendi zamanında Resul Çelebi’nin oğlu
Mahmut Çelebi’den bahsediyor. Miratü’l Maka’sıt adlı kitapta ise, Balım
Sultan’dan sonra Genç Kalender’den, ondan sonra İskender Çelebi’den, ondan
sonra da Mahmut Çelebi’den bahsediliyor. Her şey birbirine karıştırılmış.
Doğrultmaya imkan yok.[13]
İ. H. Uzunçarşılı, basılmamış Ali Tarihi’nin ikinci cildine ve Peçevi Tarihi’ne
atıfta bulunarak Kalender Çelebi, Kadıncık Ana’nın oğlu Habip Efendi’nin
torunlarındandır; babası Balım Sutan. Onunki Resul Çelebi. Bunun babası Habip
Efendi,[14] diyor. Ayrıca, Balım
Sultan XIV. Asırda yaşamıştır. Onunla İskender Çelebi arasında birkaç isim
olmalı,[15]
diyor. Bunu söylerken bir ilim adamı olarak çok isabetli görüşte bulunduğu
aşikar. Demek ki ilim adamlarında feraset bulunur. Buradan şu gerçek meydana
çıkıyor. Resul Çelebi’nin oğlu (Mürsel Çelebi, onun oğlu Balım Sultan) onun
oğlu Mahmut Çelebi, onun oğlu İskender Çelebi, onun oğlu da Şah Kalender.
Aşıkpaşazade,
tarihinin giriş kısmında kitabı için, “Orhan
Gazi’nin imamı olan İshak Fakı’nın oğlu Yahşı Fakı’da Osmanlı Hanedanı
menkıbelerini Beyazıt Han zamanına kadar yazılmış buldum. Bilip
işittiklerimden, bazı hallerinden ve menkıbelerinden kısaltıp yazdım”[16]
diyor. O bu kitabında herhalde Hacı Bektaş evlatlarından Resul oğlu Mahmut Çelebi
kısmını aynen bırakmış. Dokunmamış. Yahşı Fakı’nın evinde gördüğü gördüğü gibi
kalmış. Ya da bu kitabı kopya ederken Fatih Sultan Mehmet’ten önce, İkinci
Murat döneminde Hacı Bektaş evlatlarından Mahmut Çelebi’den söz etmiş.
Olabilir. Çünkü daha önce atıfta bulunarak belirttiğimiz gibi Haydar Alkar’a
göre Resul Bali’nin oğlu Yusuf Bali de var. Mevlevilik Bektaşilik adlı kitapta
Mürsel Bali için Yusuf Bali’nin oğlu deniyor.
Yine deniyor ki:
Dimetoka doğumlu olan, buradaki Seydi Ali Sultan tekkesine de gidip gelen
İkinci Beyazıt, Balım Sultan’ı tekkenin başından alarak, Hacıbektaş Dergahı’nın
başına getirmiştir. Bu 1501 yılında vuku bulmuş, Osmanlı resmen onu tanımıştır.[17]
Ancak belgesi yoktur. İsteyen istediği şeyi söylüyor. Balım Sultan’ı Gedik Ahmet
Paşa’nın Kırım Seferi’nden dönmesi üzerine Dimetoka’dan Fatih Sultan Mehmet’in
getirttiği, ancak İkinci Beyazıt’ın onu Hacıbektaş dergahının başına geçirdiği
de söyleniyor. Balım Sultan’ın Hersekzade Ahmet Paşa’nın oğlu[18]
olduğu da söyleniyor. Hatta Baha Said, Manisa Valide Cami Kütüphanesi’nde
rastladığı bir yazmadan hareketle, söz konusu Balım Sultan’ın Bektaşi şeyhlerinden
Sersem Ali Baba’nın oğlu olduğunu, onun bir Sırp prensesinden dünyaya
geldiğini[19] söyleyecek kadar ileri
gidiyor.
c) İskender
Çelebi
Şecereye ait bütün
söylenenleri dikkate alarak, 30 yıllık süreye göre değil de 40 yıllık süreye
göre hesapladığımızda Mahmut Çelebi’nin adının geçtiği silsile doğru olabilir.
Ancak 30 veyahut 35 yıllık süreye göre hesapladığımızda Resul Bali’yle Mürsel
Bali’nin arasına bir kişinin girmesi ihtimali var. O da, olsa olsa Yusuf Bali
olabilir. İskender Çelebi’nin babasının adını bilmiyoruz. Ancak Şah Kalender’in
onun oğlu olduğu dair kayıtlar var. Aşıkpaşazade’nin tarihine göre Mahmut
Çelebi ancak Balım Sultan’dan sonra yaşamıştır ve Hacı Bektaş’ın bu torununun
evladıdır. O zaman İkinci Beyazıt’ın değil, Fatih Sultan Mehmet’in Dimetoka’ya
uğradığı, İskender Çelebi’yi İstanbul’a getirdiği, onu iyi bir eğitimden geçirdiği,
İkinci Beyazıt devrinde ise, İskender Çelebi’nin ve oğlu Şah Kalender’in Hacıbektaş’a
getirilip yerleştirildiği; bu baba ve oğlun Balım Sultan adını aldıkları ve böylece
gereken değişikikleri devlet kanalı ile yaptıkları anlaşılır.
Balım Sultan
Türbesi’nin yapılış tarihi, 1519 yılıdır. Bu türbe Yavuz Sultan Selim’in
kumandanlarından Şehsuvaroğlu Ali Bey tarafından yapılmıştır?[20]
Neden yaptırılmıştır? Bunu düşünen yok. Zannediyorlar ki, Balım Sultan vefat
etmiş, Ali Bey de gelip bu türbeyi dikmiş.
Şehsuvaroğlu Ali Bey
Dulkadiroğlu beylerinin en ileri gelenlerinden biridir. 1522 yılında Ferhat
Paşa tarafından Tokat’ta katledilmiştir.[21]
Bu paşa emri Kanuni Sultan Süleyman’ın verdiğini[22]
söylemektedir ama, ne kadar doğru?
Balım Sultan’ı
günümüz Bektaşiliğin değil de günümüz Aleviliğinin kurucusu kabul edebiliriz,
ama… Buna sonra geleceğiz. Gerçi günümüz Bektaşilerden de onu kabul edenler
var.
Balım Sultan için, “ayin ve erkan itibariyle bazı yenilikler
yapmış, tekkenin iç teşkilatını daha sıkı ve muntazam hale sokmuş, bir tekke
Müratebesi tesis etmiş ve bir mücerred dervişler teşkilatı vücuda getirmiş idi”[23] denir. Ancak o, Bektaşiliği bir çok
yönden değiştirmişti. Dedebabalık, mücerretlik yani evlenmemişlik, ibahilik,
üçleme yani teslis ve hulul Bektaşiliğe onun zamanında girdi.[24] Bunlar
önemli değişikliklerdi. Mengüçlük yani ayaklara demir halkalar takmak da bu tarikata
sonradan girmiştir.[25]
Balım Sultan’ın
dergahın başına geçince Bektaşiliği bir ıslahat ve teşkilatlanmaya tabi
tuttuğu bir gerçektir,[26]
deniyor. A.Y. Ocak’ın bu makalesinde; her ne kadar tarihi bir dayanağı yoktur
dense de; Balım Sultan, Bektaşiliğin başlangıçta Sünni, daha doğrusu Hanefi
olan eğilimini, bugünkü bilinen eğilime mi çevirmiştir, “Bektaşilik’teki oniki imam kültü ve “Hak-Muhammed-Ali” şeklinde ifade
edilen uluhiyet telakkisi ile oniki post erkanının Balım Sultan zamanında
düsturlaştırıldığı bir gerçektir”[27]
de diyor. Balım Sultan, XV. Yüzyıl’da bu tarikat üzerinde yoğunlaşmaya çalışan
birçok Şii ve Hurufiyi söz konusu tarikatın bünyesine uygun bir halde, “Safevi propagandası ile politize olmasına”
meydan vermeden bunu başarmış biri[28] midir,
yoksa…?
d) Kalender
Çelebi
Balım Sultan’ın kardeşinin
Şah Kalender olduğu söyleniyor. Bunun Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşadığı
ve isyan ettiği[29] doğru. Ancak kardeşi
olduğu Balım Sultan, Hacıbektaş Dergahı’nın başına İkinci Beyazıt tarafından
geçirilip köklü bir değişikliğe gittikten, 1516[30]
veya 1521 yılında vefat ettikten, 6 yahut 10 yıl sonra o niye isyan etsin?
Demek ki işin içinde iş var. Hiç de zannedildiği gibi değil.
Şah Kalender, 1526
yılında çok büyük bir isyan başlatmıştı. Çiçekli, Akçakoyunlu, Masaldı,
Bozoklu gibi Türkmen aşiretleri onun yanında yer almıştılar. Ayrıca Baba
Zünnun isyanından arta kalanlar da ona katılmışlardı. Çevresinde tam otuz bin
atlı vardır. İlkin Sivas beylerbeyi Yakup Paşa’yı mağup eder. Pasinlerde Diyarbakır
beylerbeyi Deli Hüsrev Paşa karşısında çekilir. Sonra Anadolu beylerbeyi Behram
Paşa’yı Karaçayır’da mağlup eder. Karaman ve Halep beylerbeyinin de
desteklediği Behram Paşa’yı Tokat’ta mağlup eder. Karaman beylerbeyi Mahmut
Paşa, Alaiye, Amasya, Birecik beyleri ve Anadolu timar defterdarları da bu
savaşta katledildiler. Sadrazam Maktul İbrahim Paşa, emrinde bulunan üç bin
yeniçeri, iki bin sipahi, toplam beş bin kupukulu ile Elbistan’a doğru
ilerler. Bu arada o, Şah Kalender’e mağlup olan askerlerden gelenleri
ordugahına kabul etmez. Elbistan’a varınca tımarları ellerinden alınmış
Dulkadirli sipahilerini ve Türkmen ileri gelenlerini buraya davet eder. Onlarla
konuşur. Eski haklarının geri verileceğini söyler. Bunu işiten Şah Kalender’i
destekleyen diğer Tımarlı sipahiler ve Türkmen beyleri İbrahim Paşa etrafında
toplanırlar. Şah Kalender, Elbistan’ın Başsaz Yaylası’nda ona mağlup olur ve
sadık adamı Dulkadirli beylerden Dündar Bey’le birlikte 1527 yılının yaz mevsiminde
katledilir. Onun bu isyanı Alevi temayüllü ve Türkmenlerin ihtilalcilik ve
Mehdilik temayüllerinden kaynaklanmıştır. Ancak isyana Osmanlının yanlış
tutumundan ve mahalli idarecilerin keyfi davranışlarından rahatsız Türkmen
beyleri ve mali düzenlemelerle ellerinden timarları alınan sipahiler de
katılmışlardı. Bu isyan tam anlamı ile olmasa bile, Celali isyanlarının ilk
örneklerinden biri sayılabilir.[31]
Şahkulu isyanı bundan öncedir.
Gördüğümüz gibi Şah
Kalender isyanı çok büyük ve o kadar da tehlikeli bir olay. Neden kaynaklandığı
açıkça belli. Bunu destekleyen diğer nedenler de var. Şah Kalender ile Balım
Sultan arasında bir bağ var. Çünkü onun da türbesi Hacıbektaş’ta, külliye
içerisinde, Balım Sultan Türbesi’nin yanında. Deniyor ki, Şah Kalender’in
babası Hacı Bektaş sülalesinden Balım Sultan’ın oğlu İskender Bali.[32]
Burada çok önemli bir gerçek meydana çıkıyor. Hani Balım Sultan, İkinci
Beyazıt tarafından Dimetoka’dan alınmış ve 1501 yılında Hacıbektaş Dergahı’nın
başına getirilmiş, 1516 yılında da vefat etmişti? Hani, Balım Sultan
mücerretti? Şah Kalender’in babasının Balım Sultan’dan gelen İskender Bey
olması bizim ileri sürdüğümüz görüşü de destekler mahiyette. Bunu destekleyecek
pek çok bilgi var. Biri de şu:
Tire’de 2003 yılında
yayınlanan A. Munis Armağan’ın “Devlet
Arşivlerinde Tire” adlı çalışmasını kaynak gösteren internet sitesine göre
Balım Sultan’ın Tire’de de bir türbesi var. Bu türbede onun oğlu, 1510 yılında
vefat eden, Balım Sultan’ın oğlu Lütfullah Çelebi’nin kabrini ve mezar taşını[33]
görmekteyiz. Bu siteye göre Balım Sultan’ın oğlu Lütfullah Çelebi’nın Yavuz
devrinden Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecine kadar uzanan bir sülalesi var.
Bu sülale içinde Tuğrul Bey, Hamza Bali, Yegan Baba, Karaca Ahmet, Malkoç Bey,
Tabduk Emre ve Çavlı Bey’ler bulunmakta. Tabduk Emre’nin ve Karaca Ahmet’in
varlığı kitabımızın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Babailer iddiamızı
doğrulamakta, ayrıca gerçek Balım Sultanı da meydana çıkarmaktadır. İkinci
Beyazıt Hacıbektaş Dergahı’nın başına 1501 yılında birini getirmiş olabilir
ama, bu şahıs gerçek Balım Sultan değil. Ancak Hacıbektaş’taki türbe Balım
Sultan’ın. Bunu inkar edemeyiz. Kanuni devrinde isyan eden ve Osmanlı’nın başına
büyük gaileler açan Şah Kalender de bu türbede yatan şahsın soyundan.
Şehsuvaroğlu Ali Bey söz konusu türbeyi 1519 yılında yaptırmış olabilir ama, o
zamanlar vefat eden Balım Sultan için değil, çok daha önceleri, Birinci Mehmet
döneminde vefat eden Balım Sultan için yaptırmıştır. Belki de Balım Sultan
İkinci Murat döneminde Hacıbektaş’ta vefat etmiştir. Şehsuvaroğlu Ali Bey de
onun hatırasını yaşatmak için bu türbeyi yaptırmıştır. Niye olmasın?
“Fukara-i Abdal” mahlasını ve “Bismişah
Allah Allah” diye yazısına başlayan biri Balım Sultan’ın, 878-927 yılları
arasında yaşadığı söylendiği gibi, Mısır baskılı bir Arapça eserde onun 862
yılında doğduğunun, 922 yılında da vefat ettiğinin yazıldığını, bu kayda göre
Balım Sultan’ın 60 yıl yaşamış olduğunu[34]
söylüyor. Yine aynı internette, başka bir eserde de Balım Sultan’ın 932’de vefat
ettiğinin yazıldığı, ancak türbesinin 925’te yapıldığı için bunun mümkün
olamayacağı belirtiliyor. Bunu belirtirken de Miladi tarihi kullanmadığı açık.
Burada şu soru meydana çıkıyor: Bektaşiliğin ikinci kurucusu kabul edilen,
Aleviler tarafından da sevilen Balım Sultan ile Şah Kalender aynı şahıs mıdır?
Çünkü Bektaşilikte köklü değişiklikler yapan Balım Sultan’ın izini bulmak mümkün
değil. İşte bu Balım Sultan’ın Şah Kalender olması mümkün. Çünkü bütün
değişiklikler onun zamanında başlıyor. Şehsuvaroğlu Ali Bey ve oğullarının
intikamı ile yanıp tutuşan, dirlikleri Ferhat Paşa tarafından alınan Dulkadirlilerin
Şah Kalender’in çevresinde toplanmalarının da tabii ki bir sebebi var.
Balım Sultan’ın vaaz
ettiği Bektaşiliğin asıl adap ve erkanı şunlardır:
1-İslamın Kur’an emirlerine
ve hadislerin bu Tanrı kelamına uygunluğuna göre riayet. Bunu her Bektaşinin
bilmesi ve uygulaması gerekir.
2-Peygamberimiz
Hazreti Muhammet’e ne derece önem veriliyor ve muhabbet besleniyorsa, aynen
onun gibi ehl-i Beyt’ine de önem verilmeli ve muhabbet beslenmelidir.
3-İslamın tebliğinden
sonra meydana çıkan mezhepler, bu dindeki sadelik ve samimiyeti yok etmiştir.
Mezhepler şeriatın hükümlerini hafifletecekleri yerde, ağırlaştırdıkça ağırlaştırmışlardır.
Bu nedenle pek çok kimse en tabii haklardan ve yaşaması için en gerekli
ihtiyaçlardan bile mahrum bırakılmış, halkı o duruma düşürenlerin tenkit ve
itirazını önlemek için içtihat kapılarını kapadık, demişlerdir.
4- İbadeti bilmediğin
bir dille yapar isen, bundan haz duyamazsın. Çünkü ne dediğini bilmiyorsun.
Tanrı bile Kur’an için, biz bunu anlayasınız, düşünesiniz diye indirdik, diyor.
5- İslamiyet, nakil
değil, akıl ve hikmet dinidir. Dinin esası ise ahlakı güzelleştirmektir.
Peygamber Efendimiz ibadet kadar ahlak ve fazilete de önem vermiştir.[35]
E) BEKTAŞİ
MESELELERİ
a) Uzun
Firdevsi
Bektaşi kaideleri
ortaya koyan ve Bektaşiliği bir tarikat haline getiren Balım Sultan’dır[36]
deniliyor. Ancak Balım Sultan, İkinci Beyazıt tarafından Hacıbektaş Tekkesi’nin
başına getirilmemiştir. Şah Kalender’e efsanevi bir kimlik vermek ve Balım
Sultan ile onu özdeşleştirmek isteyenler bu hikayeyi ortaya atmışlardır. Aslında
Balım Sultan’ın Osmanlı hükümdarı Beyazıt tarafından Dimetoka’dan alınıp Hacı
Bektaş’a yerleştirilmesi gerçek. Ama hangi Beyazıt? Bu İkinci Beyazıt, yani
Sofu Beyazıt değil, Yıldırım Beyazıt’tır. Daha önce demiştik: Yıldırım Beyazıt gibi İkinci Beyazıt
tarafından da Hacıbektaş Dergahı’nda bazı değişiklikler yapılmak istenmiş. Bu iş
için ise Uzun Firdevsi görevlendirilmiş. Uzun Firdevsi’nin İkinci Beyazıt’ı bu
değişikliği yapmak için kandırdığı da söz konusu olabilir. Çünkü, Mevlevilerle
Bektaşiler arasındaki kavga, husumet böylelikle giderilecekti. Buna
Mevlevilerle araları iyi olmayan Ahiler de dahildiler. Ancak Uzun Firdevsi,
bir taşla iki kuş vurmak istedi ve Vilayetname’deki Kadıncık Ana ile Hacı
Bektaş kısmına eklemeler yaptı. Bundan hem Ahi Evran’ın hanımı Kadıncık Ana
etkilenecek, hem de Hacı Bektaş lekelenecekti. Gerçekten de Uzun Firdevsi’nin
çalışması meyvesini vermişti. Hacı Bektaş’ın “Bel evladı” olduklarını söyleyen Hacıbektaş Dergahı’na bağlı
Çelebiler; bunların başı Şah Kalender’le Kanuni Sultan Süleyman devrinde
ayaklandılar. Dimetoka’daki Kızıldeli Dergahı’nın başında Sersem Ali Sultan
vardı. Bunlar da Uzun Firdevsi’nin yaptığı değişiklikten rahatsız olmuşlardı
ama, biraz daha sakin kalmayı tercih ettiler. Osmanlılar Baba Zünnun isyanını
bastırmalarına rağmen, Şah Kalender çetin ceviz çıkmıştı. Onu Dulkadirli beyleri
de, Şahsuvaroğlu Ali Bey’in öldürülmesi nedeniyle destekliyordular. Osmanlı ordusu
Şah Kalender’e iki defa yenilmişti. Sonunda Dulkadirli beylerle, Çelebilerin
ileri gelenleriyle konuşuldu ve mesele çözümlendi. Dulkadirli beylere
arazileri iade edilecek, Çelebilere ise yapılan değişikliğin bir şekilde
düzeltileceği söylendi. Gerçekten de düzeltildi. Kadıncık Ana, Bedrettin
İdris’in kerimesi, yani kızı olarak Vilayetname’de yer aldı ve Hacı Bektaş’la
evlenmiş gösterildi. Kadıncık Ana’nın “Fatma”
ismine “Nuriye” ismini de eklediler.
Daha önce gördüğümüz gibi, bu “Tarih-i
Selatin-i Osmaniye” kitabına yazılmış, herhangi bir yanlış anlamanın önüne
böylelikle geçilmişti. Bu kitap Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar
Üsküdar’daki Himmetzade Dergahı’nda muhafaza edilmiştir. Ancak gerçekler hep
bu oldu bittilerle değiştirilemezdi. Bektaşilerin Babağan kolu olanların
farkındaydı. Bu onları ilgilendirmez, Çelebileri ilgilendirirdi. Çünkü Hacı
Bektaş’ın evlenmediğini ve evladının da olmadığını biliyordular. Bu nedenle
kendilerine “Yol evladı” demişlerdi.
Yalnız İkinci
Beyazıt’ın İskender Çelebi’nin gafletinden yararlanıp yaptığı değişikliği
Yıldırım Beyazıt’ın görüşünü alarak Balım Sultan’la birlikte yapılan
değişikliği birbirine karıştırmamak gerek. Bektaşilikte var olan ve “Tarık-i Nazenin” adı verilen bugünkü
adap-erkan Balım Sultan’dan kalmadır.[37]
b) Bektaşiler
Arasındaki Ayırım
Son zamanlarda “Anadolu ve Rumeli’deki Kızılbaş taifeleri,
Çelebilere bağlılıklarını muhafaza ettikleri halde, büyük şehir ve kasabalarda
muntazam bir tarikat (orde) merkezi mahiyetinde olan tekkelerde Babaların
nüfuzu hakim olmuştu. Son yıllarda
mücerredlik bozulmuş ve evlada akf edilmek suretiyle kurulmuş bazı tekkelerde,
oğulların Babalardan sonra şeyhlik postuna oturdukları görülmüştür.”[38] “Allah, Muhammed, Ali teslisinde Alinin
Muhammedin çok üstünde yer verilerek tanrılaştırılması, bunları Ali İlahi’ler
ile birleştirdiği gibi, bazı Bektaşi Hurufilerinin Hurufiliğin kurucusu Fazl-ı
Hurufi’yi de ilahlaştırdıklarını görüyoruz. Her halde Ali, Hacı Bektaş, Fazl-ı
Hurufi kültlerinin Bektaşilikte birinci mevki işgal ettikleri söylenebilir.”[39]
H. Z. Koşay’ın
dedikleri gibi asıl ayırım buradaydı. Bunları köklü değişiklik olarak
algılamışlardı. Kalenderiye’nin Bektaşilikte hakim olması söz konusu
değişikliklerle beraber başlamıştı. Birincisi, yani Mücerretlik Yıldırım
Beyazıt devrinde eklenirken, Ali’nin ilahlaştırılması İkinci Beyazıt devrinde
yapılmıştır. Bunu Mevlana’nın Divan-ı Kebir adlı eserinde yapılan
değişiklikten tespit ediyoruz: Fuat Köprülü, Divan-ı Kebir’deki “Na’t-ı Ali Kasidesi”nin Mevlana’nın olmadığını,
sonradan bu kitaba eklendiğini söylemektedir. O bu hususta haklıdır. Çünkü,
Mevlana gibi bir insan kalkar da, açık açık “Ali Allah’tır” demez. Bunu sürekli olarak kasidenin çoğu
beyitlerinde ifade etmez.[40]
Bu da Uzun Firdevsi’nin işi olabilir. Çünkü bu adamın edebiyatı kuvvetliydi.
Güzel ve çok iyi Farsça bilmekteydi. Şiir yazmakta da yetenekliydi. Mevlana’yı
ondan başka kimse taklit edemezdi.
F- BAZI GERÇEKLER
a) Bir Çığırtkan Alevi
Bu sene, yani 2009 yılında Hacıbektaş Şenlikleri’ne gittim. Orada bu
kitabımın birinci baskısını sergilemek için bir stant tutmuştum. Konferanslar
hoparlörle duyurulmaktaydı. İlgi alanımı cezbedecek bir konu yoktu. Olsa idi
katılacaktım. O arada Hacıbektaş’ta birçok kimse ile tanışmıştım. Sergideki kitabımı
gören bir Alevi, oradaki ahaliye bağırarak, “Bakın! Bu Şeyh Bedrettin var ya, Sünnidir; Alevi değildir. Bu kitabı
almayın” demez mi? Böyle kimselere ne diyebilirsin?! O sırada kitabımla
ilgili konuştuğum iki kişiden biri, “bırak,
o cahilliğinden söylüyor. Sünninin yobazı olur da, Alevinin yobazı olmaz mı?
Bu da onlardan biri” dedi. Nereden çıkıyorlarsa, çığırtkan böyle yobaz
tipler de var. Evet, o Alevi tam söylemiyordu ama, yine de doğru söylüyordu.
Ben kabul etmiyorum ama, onun nazarında Hanifilik Sünnilikti.
Biliyoruz ki, Hacı Bektaş'ın İsmaililikle alakası yok. O Şiadan da
olamaz. Nedenine gelince: Irken Fars değil, Türk. Şialık daha çok Farslar
arasındadır. Şah İsmail’den sonra bu, Türkler arasında da yayılmıştır ama, Hacı
Bektaş o Safevi Devleti kurucusundan çok daha önce, 250 yıl önce yaşamış. Bu
birinci nedenimiz. İkinci nedenimize gelince, Horasan’da Terken Hatun’un (aslı Türkan Hatun) Mecdettin Bağdadi’yle Hanifi mezhebi üzerine nikahlanması ve Anadolu’ya gelen
Horasan erenlerinin Yesevi müritleri veya halifeleri olması. Şimdiye kadar Allah’ın
bir kulu çıkıp da Ahmet Yesevi, Şiadır dememiş, yahut da böyle bir şey
yazmamış. Bütün yazarlar onun Hanefi olduğunda hemfikirler. Bunun istisnası
bile yok.
Üçüncüsü ise İbni Battuta’dan, bir asır sonra olmuş olsa bile, Anadolu’yu
gezerken vermiş olduğu bilgiler. F. Köpülü her ne kadar karşı çıksa da onun bu
görüşü bizi bağlamaz. Çünkü Köprülü bu konuda peşin fikirle hareket etmektedir.
O kafasına bir kere Babailerin Batıni olduğu fikrini koymuş. Oysa Batınilik
İsmaililik de değildir. Yahud da İsmaililer tam anlamı ile Batıni de
değildirler. Batınilik ayrı bir konudur. Bunu bilenler bilir. Vay efendim
Rafizilikmiş, vay efendim Mutezile imiş. Bunlar bizi ilgilendirmez. Çünkü bahse
mevzuu olan bir Arap değil, bir Fars değil; bir Türk, bir Türk düşünürü ve
bir Türk büyüğü. Gerçi kurucusu Vasıf bin Ata olduğundan Türklerı de Mutezile olarak görenler, hatta Türkleri Rafizilikle niteleyenler yok değil, var.
Köprülü, şehirler ve kasabalarda Hanefiliğin mevcut olduğunu, kırsal kesimde Batınilerin bulunduğunu[41] söylüyor. O bunu derken neden söylediğini bilmiyoruz. Samimi bir kanaatinin olduğunu zannetmiyoruz. Alışılmışı dile getiriyor olabilir.
Köprülü, şehirler ve kasabalarda Hanefiliğin mevcut olduğunu, kırsal kesimde Batınilerin bulunduğunu[41] söylüyor. O bunu derken neden söylediğini bilmiyoruz. Samimi bir kanaatinin olduğunu zannetmiyoruz. Alışılmışı dile getiriyor olabilir.
Üçüncü nedenimizden diğerine gelince: Ahi Evran ile Hacı Bektaş
arasında bir ayrılık-gayrılık yok. Bunlar çoğu noktada ortak hareket etmişler.
Biri dervişleri, gazileri örgütlerken, diğeri ahileri ve bacıları örgütlemiş.
Bunu yaparlarken de Türkmenlerden her ikisi de destek almakta, onlardan
taraftarlar edinmekte. Eğer aralarında bir mezhep ayrımı olsa idi, birlikte
hareket etmezlerdi. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna da birlikte destek vermişlerdir.
Vay efendim, Bektaşilerin dualarında “Bismişah”
var, “Ali” var, “Hüseyin” var,[42] Yeniçerilerde de öyle… Gülbank’a bakalım:
“Mü’miniz Kal-u Bela’dan beri,
Hakkın birliğine eyledik
ikrar
Bu yolda vermişiz seri…
Nebimiz vardır Ahmed-i
Muhtar
La-yezal mestaneleriz
Sayılmayız parmak ile
Kimse bilmez ahvalimiz
Taşramızdan sormak ile.
Oniki imam, oniki tarikat
Cümlesine dedik beli…
Üçler, beşler, yediler
Nur-u Nebi, Kerem-i İmam
Ali
Pirimiz üstadımız Hacı
Bektaş Veli
b) Yavuz Bir Bektaşiydi
Gülbank’taki ifadeler Yeniçeri Ocağı’nda olduğu gibi, diğer tüm
Bektaşiler de var. Peki, Yeniçeriler Şah İsmail’in askeri mi, yoksa Yavuz’un mu
askeri? Bu sorunun cevabı basit ama, mühim. Yavuz’un kulağındaki küpe onun bir
Bektaşi olduğunu kanıtlamaz mı? Eğer, Bektaşiliği biri değiştirmiş, işin içine
bir şeyler katmış ise, o Balım Sultan değil, İkinci Beyazıt’tır. İkinci
Beyazıt’a da Bektaşi deniyor, ama… Onun bu Bektaşiliği Hacıbektaş Dergahı’na
yakınlık göstermesinden kaynaklanıyor. O Bektaşileri Çelebilerin eline teslim
etmek istemiş, Hacıbektaş’ta başarılı olmuş ama, Dimetoka’da başarılı olamamıştı.
Merkezi böylelikle Babaların elinden almıştılar.[44] Babalar bunun üzerine Kızıldeli Tekkesi’ni merkez tanımaya başladı.
İkinci Beyazıt ile Yavuz arasında da bir çatışma vardır. Bu çatışma belki de bu
bozma, bu tahrif etme, bu el değiştirmeden kaynaklanmıştır.
Yavuz’a
destek verenler Dimetoka’daki Kızıldeli Sultan Dergahı Bektaşileriydi. Yani
Dedebabalar. Ama İkinci Beyazıt gerekli tohumu atmıştı. Bektaşiliği Bektaşilik
olmaktan çıkarmış, bambaşka bir kimliğe büründürmek istemişti. Ali’nin
ilahlaştırılması Hacıbektaş Dergahı’nda da yapılmak istenmiş, bir derece
başarmıştılar. Şiilikle Bektaşilik arasında bazı benzerlikler var ise bunlar
yine İkinci Beyazıt döneminde yapılmış olabilir. Uzun Firdevsi bu değişiklik
ve benzerlikleri yapmak için biçilmiş bir kaftandı. Eğer bir Baba Zünnun, bir
Şah Kalender çıkmış ise, bunun nedeni İkinci Beyazıt’tır. Bir de kalkıp ona
Sultan Beyazıt-ı Veli derler. Yavuz asıl Bektaşileri, yani Dimetoka’daki,
Kızıldeli Dergahı’ndaki Bektaşileri yanına almış; Şah İsmail’e karşı hareket
etmişti. Sonra da Kanuni Sultan Süleyman…. Bektaşiler arasında şimdi bile var
olan Çelebiler ve Dedebabalar ayırımı buradan gelmektedir. Yeniçerilerin
Bektaşi olduğunu söyle, ondan sonra kalk Hacıbektaş Dergahı’nın yetiştirdiği
iki isyancıyı bunlar tedip etti de. Ya da Yeniçeri Ocağı’na bağlı askerler Şah
İsmail’le çarpıştı de; aynı fikir, aynı düşünce, aynı terimlere sahip bulunsalar
bile, kalkıp birbirlerine kılıç sallasınlar! Bu mümkün müdür? Allah’ın bir kulu
çıkıp da bunu anlatmaz, bunu düşünmez. Ondan sonra da 2009 Hacıbektaş’ta,
yıllardır lanet okudukları gibi, yine Yavuz’a lanet okurlar. Çünkü onlar, cahildirler;
yanlış bilgilendirilmişlerdir; şartlandırılmışlardır; Yavuz taraftarı değil,
Sultan-ı Beyazıt-ı Veli taraftarıdırlar da, bunun için.
İleri sürdüğümüz bu düşüncemize ve bilgi verilerimize göre, Hacı
Bektaş’ın Alevi değil, Hanefi olması yüksek. Bununla Sünnilik demek istemiyorum.
O ayrı bir konu. Yavuz’un ve oğlu Kanuni’nin gerçek Bektaşi olduğunu kanıtlayan
diğer bir belirti ise, ikisinin de sakal bırakmaması, sakallarını tıraş
ettirmiş olmaları… İkisinin de pos bıyıklı olması. Gerçi Yavuz’u pek sakallı
gösteremiyorlar ama, Kanuni’nin sakallı resmi yapılıyor. Görenler de Kanuni’yi
softa zannediyorlar. Oysa o devirde yabancı ressamların yapmış olduğu Kanuni
resimlerine dikkat etsinler. Birinde bile onun sakalı var mı? Kalender Şah
isyanı bastırıldıktan çok sonra, herhalde devreye birileri girmiş olacak ki,
Kanuni birden değişmiş. Bu devreye girenler kim olabilir. Birincisi
Şeyhülislam Ebusuud Efendi, ikincisi Sofyali Bali Efendi. Ebusuud Efendi’nin
babası Şeyh Muhittin Yavsi Hazretleri, Şeyh Bedrettin’e saygı duyarken,[45] oğlu lanet okuyor![46] Sofyali Bali Efendi, (Adından belli ki Hacı Bektaş neslinden geliyor,
yani Bali ailesinden), Bektaşilere lanet okuyor![47] İşte işin içinde böyle bir terslik var. Kanuni, babasının yolundan ve
düşüncesinden çok sonraları vazgeçmiş olabilir mi? Bunu bilmiyoruz. Şimdiki
halde herhangi bir şey söyleyemeyiz. Ancak şu var: Demek ki sonraları bir
şeyler olmuş. Zaten daha sonraları meydana gelen Yeniçeri isyanlarından bunun
böyle olması da mümkün görünüyor. İşte Aleviler, İkinci Mahmut’tan önce eğer
bir yere dayandırılmak isteniyorsa, İkinci Beyazıt dönemindeki Hacıbektaş
Dergahı’na kadar götürülebilir.
c) Pir Sultan Abdal
Şeyh
Bedrettin, Alevi değildi. Hanefi’ydi. Ama o kimse, Hacıbektaş’ta çığırtkanlık
yapan Alevi şahıs, Hacı Bektaş Veli’nin de Hanefi, kendine göre Sünni olduğunu
bilse, ne yapardı? “Ey ahali bakın. Bu
Hacı Bektaş var ya, Sünnidir; Alevi değildir. Buraya gelmeyin” mi derdi?
Hacı Bektaş ve Ahi Evran, Hanefi olduğu gibi Mevlana Celalettin de Hanefi’ydi.
Bunlar Horasan’dan gelmişlerdi ve Ahmet Yesevi erenleriydiler. Ayrılıkları mezhep
yüzünden değildi. Daha önce gördüğümüz gibi, Felsefe yüzündendi. Fahrettin
Razi tarafı akılcıydı. Onun bu akılcılığına karşılık Mevlana’nın babası
Bahattin Veled tarafı hissiyatçıydı. Alevilik Sultan İkinci Mahmut’tan sonra,
Bekaşiliğin yasaklanması ile ortaya çıkmıştır.[48] Bu uydurma değil, doğrudur. Bunu bilim çevresi kabul eder ama, halk
tabakasına, çoğu Alevi kesimine kabul ettirmek zordur. Onlara siz vakt-i
zamanında Bektaşiydiniz, Alevi değildiniz deyince, tepki vermelerinden anladığımız,
kafalarındaki bazı soru işaretleri. Bu soru işareti ne kadar giderilmeye
çalışılsa da, yerinde izi kalır. Buna ayrışan tepkisel oluşum da diyebiliriz.
O nedenle bu Alevilik Pir Sultan Abdal’a kadar gider. Çünkü o Şah Kalender
taraftarıydı. “Ben de bu yayladan Şaha
giderim” derken onu, Şah Kalender’i kastetmişti. Yani Şah İsmail’i değil
“Pir elinden bade içtim,
Doğdum, elinize düştüm.
Ak cenneti görüp geçtim
Hünkar Hacı Bektaş Veli”
Pir Sultan Abdal bunu diyor.[49] Derken onun Bektaşi olduğu da meydana çıkıyor. O burada başka bir şey
daha söylemek istiyor, ama söyleyemiyor. Acaba ne olabilir? İsterseniz bunu
açalım. Ak cennet, diyor. Bu ne olabilir? Kur’an’da Firdevs cennetinden söz
edilir. Burada Pir Sultan Abdal, Ak cennet derken Firdevs cennetini kastetmiş
olabilir. Ancak, o “görüp geçtim” diyor.
Yoksa Pir Sultan Abdal, Uzun Firdevsi’nin yaptıklarını bilmekte miydi? O “Ak cennet”in “Kara cennet” olduğunun anlaşıldığını mı söylemek istiyor? İşin
içinde bir de Hadis var. Peygamber Efendimize mal edilmiş. “Allah, eliyle ancak üç şey yarattı… Öbür şeylere
ol dedi, oldular. Bu üç şey, kelam, Adem ve Firdevs’tir”[50]
Görüyorsunuz, yapanlar işi nereden bağlamışlar? Ayet, hadis; yani her
şey tamam. Akıllarınca sağlama almışlar. Bu Uzun Firdevsi neler neler yapmaz
ki... Çözebildiklerimiz yalnız biri “Vilayetname”deki,
diğeri de “Divan-ı Kebir”deki
tahrifler. Onun, değişiklikleri yaparken bu tahriflerle yetindiğini zannetmem.
Diğer bir tahrifi de Ahi Evran’la ilgili olabilir. Ahi Evran’ı ve Alaattin
Çelebi’yi öldüren şahsın Şems-i Tebrizi’yi öldüren kişi olduğu ve varıp
Kırşehir’de Seyfettin Tuğrul’un himayesine girdiği, kısım. Çünkü bu Seyfettin
Tuğrul hadisesinde de bir karışıklık var gibi. Evet; adam vazifesini güzel
icra etmiş, bravo. Ahi Evran, bildiğimiz gibi, 1261 yılında Moğolların emrini
uygulayan Nurettin Caca tarafından, ona karşı koyan Ahiler gibi Kırşehir’de
katledilmiştir. Öldürülenler arasında Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi de
vardı.[51]
G- SAFEVİLER
Günümüzde çoğu kimse “Şah”
deyince Şah İsmail’i anlıyor. Ancak Türkistan’da Babür Şah var. İşin tuhafı,
bu Şia değil Hanefi, yani (söz gelimi) Sünni. Yine Nadir Şah var! O Horasanlı
olduğu gibi, Avşar Türklerinden. İran siyasetine hakim olup Afganistan’ın yanı
sıra bu devletin de başına geçmiş ve Hindistan’ın büyük bir kısmını ülkesine
dahil etmiş. O ayrıca Maveraünnehir’e de hakim olmuş. Osmanlıların eline geçen
bazı yerleri de geri almış, hatta Basra’ya bile hakim olmuş. Bunu onbir yıllık
kısa bir zamanda yapmış. Ancak Safeviler tam anlamı ile onu desteklemiyorlardı.[52] Nadir Şah ne kadar zafer kazandıysa, hangi ülkeye sefer yaptıysa onu
destekleyenler Türkler ve Avşarlar. Onun ordusunda bir tane bile Fars yok.
Oysa Şah İsmail’in ordusunda Farslılar var. Nadir Şah, Osmanlılara Caferi
mezhebini beşinci mezhep olarak kabul ettirmek istedi. Osmanlılar bunu Osmanlı
sınırları içinde değil, İran sınırları içinde kabul etti. İranlılar için
Emir-i hac tayinini de kabul ettirmişti.[53] Böyle biri çıkmış, İranlılar onun kıymetini bilememiş ve öldürmüşlerdir.
Çünkü Fars değil, Türk olduğu için. Bu hükümdar, Şah İsmail’den kat kat büyüktü.
Çünkü o bileğinin gücüyle bir Afşar İmparatorluğu kurmuştu. Nadir Şah, Şiiliği
kabul etmiyordu. Ama Caferiliği kabul etmişti. O herhangi bir şekilde yabancıların
ve Papalığın aleti olmadığı gibi, buna da bir an olsun tenezzül etmedi. Onu
harcayan ise Safeviliğin sinsi siyasetiydi.
İran’da Türk de olsalar Safevileri seven Azeriler, Nadir Şah’a pek değer
vermezler. Hatta Şah İsmail için söylenenleri Nadir Şah’a bile mal etmekten
çekinmezler. Bunlardan biri Nadir Şah’tan bahsederken diyor ki: “Bu büyük Türk kumandan ve hükümdarı kendi
devrinde dahi Fars dilini üstün tutmuş, Fars dili devlet dili olmuş, ana dili
olan Türkçeye asla değer vermemiştir”.[54] İşin tuhafı bu yazar, Afşarları yıkıp yerine geçen Kaçar Türkleri için
de aynı şeyleri söylüyor, yalnız yüzotuz yıl İran’a hükmeden bu Kaçarların
sarayda Türkçeden başka dil konuşmadıklarını da aynı sayfada belirtiyor. Yine
bu yazar aynı sayfada Safevilerden bahsederken diyor ki: “Bu sülalenin başı ‘Hatai’ lakabiyle edebiyatta adı geçen meşhur Şah
İsmal-i Safevi’dir ki bu büyük hükümdar”ın, “Çaldıran muharebesinde Türk sultanı Yavuz Sultan Selim tarafından
mağlup edilip payitahtını Tebriz’den İsfehan’a naklettikten ve ölümünden yüz
yıl geçtikten sonra dahi, sarayında Türkçe konuşulduğunu İngiliz alimi Edvard
Brovn kendi eserinde tespit etmiştir.”
Şimdi şunu soruyorum: Peki, Edvard Brovn Safevilerin Farsça değil de
Türkçe konuştuklarını, sarayda bu dili kullandıklarını nereden biliyormuş?
San’an Azer bunu bilmiyor, Edvard Brovn biliyor; adı geçen Azeri Türkü,
Safevilerin Türkçe konuştuğunu kendi ülkesinin arşivlerinden değil, türbe
kitabelerine, mezar taşı yazılarına bakıp tespit edeceği yerde, bir İngilizden
öğreniyor. Peki, bu İngilizin doğru söylediğini nereden biliyor? O zaman şunu
belirtebiliriz: Demek ki, İran’daki arşiv belgeleri, türbe kitabeleri ve mezar
taşları yalan söylüyor!
Pir Sultan Abdal, “Şah” demekle
Şah Kalender’i dile getiriyordu ama, bu iyi de o Şah İsmail’i de kastetmiş olabilir,
diyeceksiniz. Şah İsmail 1524 yılında vefat etmişti.[55] Şah olarak Şah Kalender vardı. Ne kadar doğrudur ama, Şah Kalender’in
Şah İsmail’le onun ölümünden önce irtibat kurduğunu da ileri sürenler bulunmaktadır.
Bunlara pek itibar etmiyoruz.
Şah İsmail dedik de…
İkinci Beyazıt zamanında Antalya Türkmenlerinden Tekeli Şahkulu’nun
Kızılbaş isyanında, Osmanlı çok zor durumda kalmıştır.
Şahkulu, Veziriazam Ali Paşa’yı Ankara civarında yenmiş ve katletmişti.
Yine bir Osmanlı ordusu ile Sivas’ta çarpışmış, burada onun hakkında öldü demişlerdi.
Yine bir rivayete göre varıp Şah İsmail’e sığınmış; Şah İsmail, Şahkulu’yu
ilkin konuk etmiş, ağırlamış, sonra da bir İran kervanını yağmaladıkları
bahanesiyle onu katletmişti.[56] Bazı tarihçiler Şahkulu’nun Sivas’taki çatışmada öldüğünde israr
ederler. Onlara şu satırları okumalarını salık veririm:
Türkler, Ali Paşa öldükten sonra yavaş yavaş ilerlediklerinden
Şahkulu ve Ustaclıoğlu ordularıyla birlikte herhangi bir engelle karşılaşmadan
İran sınırını geçerek” Şah İsmail’e ulaşabildiler.[57] (Çünkü Şahkulu’nun görüşleri ile Şah İsmail’in görüşleri arasında
dünyalar kadar fark vardı.) Şahkulu eski Türk inancını muhafaza ederken Şah İsmail,
Caferiye inancına sahipti.
Şah İsmail, Şahkulu ile birlikte gelen Tekeli Türkmenlerini İran’ın
çeşitli bölgelerine dağıtmıştı. Horasan civarında bir araya gelen Tekeli
Türkmenleri Türkmenistan’a geçmiş ve bugünkü Tekeli Türkmenlerini oluşturmuştular.
İşin tuhafı bu Tekeli Türkmenleri günümüzde Hanefi’dir, bir tanesi bile Şah
İsmail’i sevmez.[58] Acaba onun liderleri Kızılbaş Şahkulu’yu katlettiğini bildikleri için
mi?
Şah İsmail kimdir? O Hatayi mahlası ile şiirler yazarmış, Türkçe
konuşurmuş!![59] Bunları çok dinledik. Türkçe şiirler yazan, Türkçe konuşan birinin
mezar kitabesi neden Farsça’dır. Ben bunu Azeri Türklerinden arkadaşlarıma
sordum. Onun kabrinin kitabesini görenler var. Gerçekten de mezar kitabesi
Farsça. Demek ki işin bir diğer yüzü var. Onun Farsça şiirler yazdığını, hatta
Farsça Mesnevisinin bile bulunduğunu[60] söylesem, ne diyecekler. Bilmeden, anlamadan ahkam kesmek kolay.
Yavuz’un Türkçe şiirleri yok mu? O bir Osmanlı padişahı olduğuna göre, mecbur
Türkçe şiirler de yazacak. Bu normal. Ama birileri sürekli Yavuz’un Farsça
şiirler yazdığında ısrar etmektedirler. Onun bir Türkçe şiirinin bile
bulunmadığını da ima eder bir haldeler.
Şah İsmail, Akkoyunlu Türk hükümdarı Uzun Hasan’dan sonra Azerbaycan ve
Doğu Anadolu’da varlığını devam ettiren bu devletin başına geçen hükümdarların
can düşmanı olmuş, bir oldu bittiyle Akkoyunluları yıkarak Safevi Devleti’ni
kurmuş ne idüğü belirsiz biridir. Ne kadar doğrudur, bilmiyoruz ama, Uzun
Hasan’ın kızı Halime Begüm’den doğduğu, Şeyh Haydar’ın oğlu olduğu[61] söylenir. Gilan hükümdarı Mirza Ali tarafından yetiştirilmiştir.[62] Akkoyunlular yıkıldıktan sonra bunların bir kısmı onu desteklemiş, bir
kısmı desteklememiştir. Şah İsmail’i Şia olmaları nedeniyle Farslılar da
desteklemiş, Safeviler böylelikle Türk kültüründen ziyade Fars kültürüne
ağırlık vermişlerdir. Onun Türkmenlere korkunç derecede bir düşmanlığı vardı.
Oysa Türkmen boylarından Şamlu, Rumlu, Ustacalı, Tekelü ve Afşarlar sayesinde
hükümdar olmuştu.[63] O Türkmenleri iş başına geçene kadar aldatmış, Şia olduğunu bile
onlardan gizlemişti.
Şah İsmail, Şialığı kabul etmeyen Artuklular, Karakoyunlular ve
Dulkadiroğullarına saldırmış, Harput ve Diyarbakır kalelerini Türklerden zapt
etmiş, Dulkadiroğullarının topraklarını yağmalayarak bu beyliğin zayıflamasına
neden olmuştur.[64] Her ne kadar doğrulanmamış olsa bile Şah İsmail’in Papalık yani Vatikan
ile ilişkisine dair de bir rivayet vardır.
Yavuz Sultan Selim’in de yanlışları vardı. Tebriz’den dönerken 1501
yılında Osmanlıya sığınmış İdris Bitlisi’nin aklıyla hareket edip İran’dan
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya pek çok Kürt grubu getirtmiş, bunları Artuklu ve
Karakoyunlu Türkmenlerinin arazilerine yerleştirmişti.[65] Onun, yani İdris-i Bitlisi’nin 25 Kürt beyiyle irtibatının olduğu,
bunları Safevi tarafından Osmanlı tarafına geçirdiği[66] söylenir. Yavuz’un şiddetinden, Şah İsmail’in hilesinden bizar hale
gelen Türkmenler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Hele onun Dulkadiroğulları
beyliğine son verip bu ülkenin topraklarını işgali. Gerçi Dulkadirli beyi
Şehsuvaroğlu Ali Bey vali olarak tayin edilmişse de,[67] sonu pek güvenceli değildi. Bu kısmımızda daha önce gördüğümüz gibi,
1522 yılında Ferhat Paşa tarafından, bir husumet sonucu idam edilecekti.
Şah İsmail Şiiliği yayarken Hanefilere niye o kadar düşmandı? Bunun
sebeplerini aramalıyız. Gilan ülkesi kötülüklerin başıydı. Barak Baba da bu
ülkede öldürülmüştü. Gilan ülkesine Vatikan’dan bile gelenler vardı. Papazlar
kılık değiştirip, Şia adına burada faaliyet gösteriyordular. Daha doğrusu Şah
İsmail, İsmaililikten neşet etmiş bir mezhep kurucusuydu.
a) Şah İsmail Kimdir?
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan çöküşüne kadar devam eden
süreçte, hiçbir siyasi değişim Türklüğe ve İslama, İran’da Şia mezhebi
militanlığına soyunarak bunu siyasi düstur edinen bir gücün iktidar oluşumu
kadar zarar vermemiştir. Safevi şeyhlik postuna 1502 yılında oturan Şah İsmail,
devlet içinde manevi yönden de iktidarı sağlamak, İran zemininde tamamen kök
salmak, ülkesi dışında da ideolojik yayılma gücü sağlamak için militan bir Şia
politikası izlemişti. Bırak Uzun Hasan’ın Akkoyunlu Devleti’nin yok etmesini,
bu hükümdarın kızı öz annesini bile, Şia’ya karşı çıktığı için öldürtmüştü.
Çünkü Akkoyunlular gibi annesi de Hanefiydi. Ülkesinde ne kadar Hanefi varsa,
bunları Sünniler diyerek, u-lemasından çoluk çocuğa kadar öldürtmüş, hapsetmiş,
ezmiş ve sindirmiştir. Emevilerin Hazreti Ali’yi ve evlatlarını lanetlemeleri
gibi, o da bunun tam tersini ifrata varır derecede yapmış, Hazreti Osman’ı
lanetlettiği yetmezmiş gibi, cami hutbelerinde Hazreti Ebubekir ve Hazreti
Ömer’e de lanetler okutmuştur. Ezanı bile değiştirmiştir.[68] Şah İsmail’in Şia orijinli bir hilafet amacı vardı. Bu Osmanlı
İmparatorluğu dahil bütün İslam dünyasına yaymaktı. Safevi Tarikatı’nın
dailerini, propagandacılarını yandaş kazanma, inananları teşkilatlandırma ve
ülkelerinde ayaklandırma için başta Anadolu olmak üzere, Rumeli dahil diğer
Türk ülkelerine, kandırılmaya müsait Türkmenlerin içine göndermişti. O ilkin
Türkmen aşiretlerini elde etti.[69] Çünkü Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren, Çandarlı Halil Paşa’nın
idamı ile devlet yönetiminde Rum Mehmet Paşa[70] ve Mahmut Paşa gibi devşirmeler söz sahibi olmuş, Türkmenler de bunu
hazmetmemiştiler. Türkmenleri pek zorlanmadan ağına düşürmüş, onları kurduğu
Safevi Devleti tebaası olduklarına inandırmış; ayrıca her aşireti vergilendirmişti.
Şah İsmail gerçekten de büyük bir şairdi. Güzel Türkçe şiirler söylüyor,
halkın ruhunu okşuyor, onları bu deyişleriyle kendine bendediyordu. Ustaçlu,
Şamlu, Tekeli, Varsak, Dulkadir, Avşar, Kaçar Türkmenleri emrindeydiler. Güçlü
teşkilatçılığı ve cesur komutanlığı sayesinde bunu başarmıştı. Telkin ve
hitabet gücü yüksekti. Kutsiyet halesine bürünmekte üzerine yoktu.[71]
b) Vatikan Parmağı
Şah İsmail, Gilan yetişmişti demiştim. O burada gerekli eğitimini
almıştı. Vatikan papazlarının da Gilan’da faaliyet gösterdiklerine değinmiştim.
Bunu boşu boşuna, yahut uydurup da söylememiştim. Hasan Sabbah’ı da çıkaran
Gilan ülkesiydi. Peki, bu diyarın önemi neydi?
Hasan Sabbah’a inelim. Onun Alamut kalesi Gilan ülkesindeydi. Hasan
Sabbah kendiliğinden zuhur etmemişti. Selçukluların en güçlü döneminde,
Alpaslan döneminde, Anadolu’ya ve Suriye’ye Türk akınlarının sel gibi aktığı
bir dönemde meydana çıktı. Peki, onu çıkaran kimdi? Herhalde Vatikan
Ortadoğu’da olan bitenlere seyirci değildi. Fatih’in emriyle Otranto’yu
fethedip Güney İtalya’ya hakim olan ve Roma üzerine yürüyen Gedik Ahmet Paşa,
bu padişahın zehirlenmesiyle İstanbul’a dönmüş, böylelikle Vatikan rahat bir
nefes almıştı. Bunun üzerine Papalık Osmanlı üzerinde hesap yapmaya başladı.
Papazlar ilkin zaman hesabı yaptılar. Hazreti Muhammet’e peygamberlik
610 yılında verilmiş, hicret de 622 yılında gerçekleşmişti. Hasanü’l Askeri’nin
oğlunun kaybolmasının yılı pek a’la milat olabilirdi. Gilan ülkesine sığınmış 9
yaşındaki Şah İsmail’in varlığından da haberdardılar. Öyleyse plan
uygulanabilirdi. 3 yılda onu eğitime tabi tuttular. Yanına her hangi bir
yanlışlık yapmaması için müşavirler de verildi. Günü gelince piyasaya çıkardılar.
Ancak onu piyasaya çıkarmadan İkinci Beyazıt’la da gereken teması kurmuşlar,
eğer dediklerini yapmaz ve uygulamazsa Cem Sultan’ı Anadolu’ya göndereceklerini
söylemiştiler. Cem Sultan İkinci Beyazıt’ın korkulu rüyasıydı. Mecbur Papalığın
dediğini harfi harfine yaptı ve Uzun Firdevsi’ye gereken yetkiyi verdi. Ancak
bunu yaparken milletini de bir yönde uyardı. 12 yaşındaki Balım Sultan’ın
Dimetoka’dan alınıp Hacıbektaş’a getirilmesi meselesi zihinlerde az buçuk soru
işareti bıraktı. Çünkü Balım Sultan Yıldırım Beyazıt döneminde yaşamış ve
çoktan vefat etmişti. Bunu da Bektaşiler biliyordular. Oysa Dimetoka’dan
alınıp Hacıbektaş’a getirilen çocuk Şah Kalender’di. Onunla beraber babası
İskender Çelebi de Hacıbektaş Dergahı’na yerleştirilmiş, bu çocuğun rüştünü ispat
etmesine kadar, şeyhlik ona verilmişti. Ondan sonra da Uzun Firdevsi’nin kontrolünde
gerekeni yaptılar. Türkmenlerin, bilhassa Dulkadiroğullarının Şah İsmail’e
bağlanmasında bu çalışmanın etkisi oldu.
c) Şia
Şiiler
Şah İsmail’den de esinlenerek Hazreti Ali derler, Hasan-Hüseyin, 12 İmam, Mehdi[72] derler ama, nedense İmam-ı Azam’ı sevmezler. Sebep niye? Hazreti
Ali’yi, Hazreti Hüseyin’i, 12 İmamın pek çoğunu Emeviler ve Abbasiler katletmedi
mi? Peki, Emeviler ve Abbasilere karşı en büyük mücadeleyi kim verdi? İmam-ı
Azam değil mi? Emeviler, dediğimiz fetvayı vermedin diye onu birkaç defa hapsedip
zindana atmadılar mı? Türk güçleriyle Emevileri yıkan Eba Müslim Horasani[73] İmam-ı Azam’ın emriyle[74] harekete geçmemiş miydi? İlk Abbasi halifesi Mansur, Eba Müslim’i
öldürtüp İmam-ı Azam’ı Emeviler gibi zindana attırmadı mı? Hatta İmam-ı Azam
burada vefat etmedi mi?[75] Vay efendim, Halife Mansur onun cenazesine katılmış. Bu nedenle Ebu
Hanife hapisten çıkarılmış, ancak kısa bir süre sonra vefat etmiş de olabilir.[76] Vicdan sahibi biri bunu söyleyebilir mi? Ona cevabımız: Katılır
efendim, niye katılmasın? Çünkü İmam-ı Azam ölmüş, Halife Mansur bir beladan
kurtulmuş.
Kimileri
aklınca ve kendince bir yoruma giderek Ebu Hanife’ye yapılanları yumuşatmaya
çalışsa, hatta Halife Mansur’un şefaatçiliğine soyunmuş olsa bile, durum başka
değildir. Zaten olamaz da. Abbasiler Peygamber Efendimizin sülalesinden
gelenlere karşı amansız düşmandılar. Birine bile doğru dürüst gün yüzü göstermediler,
çoğuna hayat hakkı tanımadılar. Peygamber soyundan en son 12 yaşında bir çocuk
kalmıştı. Onu bile öldürdüler. Bir kayaya gizlendi, yahut bodruma indi
çıkmadı; günü geldiğinde zuhur edecek, dediler. Bu onların Mehdilik bekleyişiydi.[77] Ölen ölmüştü. Bir daha dirilecek değildi. 620 yıl sonra Şah İsmail’i
çıkardılar. Gilan’da onu buna hazırlamışlardı. İran, Horasan, Irak ve Doğu Anadolu’da
yoğun bir propagandaya giriştiler. Pek çok insan, Türk, Müslüman buna inandı.
Şah İsmail, Çaldıran Muharebesi’nde[78] boyunun ölçüsünü aldı. Yavuz’un vefatından sonra bir şeyler yapmak
isteyip V. Karl ile birlikte Avrupalılarla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı
taarruza geçmek istemişse de, ömrü yetmemiş, 1524 yılında vefat etmiştir.[79]
Çoğu İranlı, bilhassa Azeriler Şah İsmail’den vazgeçmek istemezler. Oysa
Nadir Şah onlar için en ideal liderlerden biridir. Asla Vatikan’ın kuklası
olmamıştır. Keza ondan sonra gelen Kaçarlar da. Nadir Şah’ın Türk dünyasına ve
İslam a’lemine büyük hizmeti vardır. Onun hizmeti Şah İsmail’in açtığı
yaraları tamir etmek hususundaydı. Çoğu kimse bunu bilmez, hatta düşünmez bile.
Osmanlılarla yapmış olduğu anlaşmada bu vardı. O sözünü samimiyetle yerine
getirdi. Osmanlı da İranlılara Hac etme izni verdi. Kaçarlar da onun izinden
gittiler. Ancak bir süre götürebildiler. Sonra halkın baskısı sonucu Şah
İsmail dönemindeki gibi icraata dönüldü. Bu nedenle bazı kimseler Nadir Şah’ı
ve keza Kaçarların ilk dönemini sevmezler ve ileri geri konuşurlar. Vay
efendim, Şah İsmail’in devlet dili, saray dili Türkçeymiş, Nadir Şah’ın, Kaçarların
saray dili Farsçaymış diye. Aslında bu tam tersinedir. Şah İsmail, Türkçe şiirler
yazmış, Türkçe divan medyana getirmiş ama, bunu Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
Türkmenleri elde etmek için yapmıştı. Haddi zatında o, sarayda Farsça konuşuyor,
saray erkanı da Farsça konuşuyordu. Nadir Şah ve Kaçarlar sarayda Türkçe konuşuyordular
ama, İran gibi Farsçanın hakim olduğu bir ülkede yeri geldikçe Farsça da konuşacaktılar.
Bu tabii bir şeydi. O nedenle Türkçe konuşmalarını kulak ardı edip, onların
Farsçayı devlet dili olarak kullandıklarından dem vurmaktadırlar. İran’a hakim
olacaksın, Farsçayı tamamen yok edeceksin. Bu gücü Türkçeden başka dil bilmeyen
İran Selçukluları bile yapamadı. Zaman geldi onlar da Farsçayı öğrendiler ve
Fars kültürünün milli kimliğimizi yok edici kahhar egemenliğine girdiler. Sultan
Sencer’e karşı ayaklanan Türkmenler boşuna mı ayaklanmıştı?! Şimdiye kadar bir
kimse bile İran Türkmenlerinin bu ayaklanma nedenine değinmiş değil.
Evet, Şah İsmail ve onun Şia orijinli Caferi mezhebi bundan ibarettir.
Ancak Sünniler Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, hatta Hazreti Osman hususunda
aşırı gitmektedirler. Bu doğru ama, Şia her üçünü de alabildiğine kötülemek
ister. Hazreti Ebubekir, Hazreti Muhammed’in dostudur. Sünnilere göre Peygamber
Efendimizden sonra o gelir. Şia bunun kızının yaşını küçülttükçe küçültür.
Oysa Ayşe 12 yaşında sözlenmiş, 15 yaşında nikahlanmıştır. El-Ezher
Üniversitesi mezunlarından Bekir Akarsu ile bir sohbetimizde o, Peygamber
Efendimizin Hazreti Ayşe’yle 17 yaşında nikahlandığını söylemişti. İtiraz
etmedim. Çünkü doğru olabilirdi.
Sünniler Hazreti Ömer’e “Allahın
adaleti” demektedirler. Halifelik meselesinde Hazreti Ebubekir’e karşı
geldiği için Peygamberin kızı Hazreti Fatma’ya el kaldırması nedeniyle mi?
Hazreti Osman hilim sahibiymiş. Bu yumuşaklık sıfatı, ona Muaviye’yi Şam’a
halife yapması dolayısı ile mi verilmiştir? Bunlar Şia’nın çıkmasında en büyük
nedenlerden biridir. Ölçü kaçtı mıydı, sonuç malumdur! Öfkesine rağmen Hazreti
Ömer yine de iyi bir idarecidir. Şia bunu düşünmez. Yalnız şunu hatırlatmakta
fayda var: Araplar arasındaki bir kavganın, çekişmenin Türklerle ne alakası olabilir?
H- BİR SÜREÇ
a) Abdullah İbni Sebe
Araplar,
içteki çekişmenin, ayrışmanın, birbirine düşmenin tek sebebi olarak San’a
halkından, bir Yahudi dönmesi olan Abdullah İbni Sebe’yi görürler. Her şeyde
onu önplana çıkarırlar. Hazreti Osman’ın öldürülmesinde, Hazreti Ali’nin
hilafet makamına geçmesinde, Cemel vakasında hep bu Abdullah vardır. Ehl-i
Beyt sevgisinde, Emevi halifesi Yezid’e karşı başkaldırmalarda yine onu
görmekteyiz.[80] Kimse demez ki bu Abdullah kimdir? Gerçekten yaşamış mıdır? Bunu
sorgulayanı şimdiye kadar görmedim. Çünkü o olmazsa Arap toplumunun karakter
yapısı birer birer ortaya çıkacak, ne biçim bir kavim oldukları anlaşılacak
da, onun için. Bunu da şimdiye kadar çok iyi bir beceriyle getirdiler. Ondan
bahsedildiği zaman, vay Şeytan vay, şunun yaptığını görüyor musunuz, derler.
Evet, kimi insanlar, suç işlerler, günah işlerler, sanki kendilerinin en ufak
bir suçu yokmuş gibi, en ufak bir günahı yokmuş gibi, bütün suçu, bütün günahı
Şeytan’ın üzerine yüklemek isterler. Aynı durum Abdullah İbni Sebe için de
geçerlidir. Arapların bütün suçu ve günahı onundur. Niye suçları, günahları
olsun ki? Kavm-i Necib’e bu yakıştırılır mı? Batıniliğin bile müsebbibi
Abdullah İbni Sebe’dir.[81] Pes doğrusu… Bunu da “Tarih
Boyunca Alevilik” adlı kitabına emekli bir hakim yazar. Aynı bilgileri
Sünni kitaplarda bile bulabiliriz. Bundan şu çıkar: Boş şeylerle insanların
kafalarını meşgul etmektedirler ki, kimse neyin ne olduğunun farkına varmasın!
Sünniliğin,
dört mezhebin birliğinden ziyade, daha başka bir anlamı olabilir.
Ehl-i Sünnet diyorlar. Mülga Darülfünun
İlahiyat Fakültesi mezunlarından biri bir kitap yazmış. İmam-ı Azam’ın,
Fahrettin Razi’nin ölümlerindeki son anlarından da bahsetmiş, bunlara sözümüz
yok ama, ya 33. maddeye[82]
ne diyelim. Bu maddede şöyle deniyor: Kulların bütün işlerini meydana getiren
Allah’tır. İnsanın dövülmesiyle dövülende meydana gelen acı…vs. bütün bunlar
Allah’ın yaratmasındandır. Cümle bozuk, okuduğum kadarı ile ancak bu kadar
anlaşılıyor. Bu şahıs İlahiyat Fakültesi’ni bitirmiş, bir cümleyi bile doğru
dürüst ifade etmesini bilmiyor. O bununla kanatimce şunu demek istiyor: İmam-ı Azam
Emevilerden ve Abbasilerden çok dayak yedi ama, onu dövenlerin bu işte en ufak
bir suçu yok. Peki, suç kimin? Haşa haşa… Allah’ın mı? Bunu mu demek istiyor?
Dünyada bir kişinin bile Tanrı’yı suçlama hakkı yoktur, zaten olamaz da. Ama
işin hinoğlu hinliğinden gidenler bunu yapabilirler.
Onların gayesi birilerini aklamak. Yani Emevileri,
Abbasileri aklamak, onları temize çıkarmak. Oysa Hanifilik buna müsaade etmez;
çünkü bu mezhebi Sünnilik adı altında katakülleye getirip, belirsiz kılmak
için çok çalışmışlar, maalesef bunu başarmışlardır ama, Hanifi olup da bir kişi
bile ne Emevileri sever, ne de Abbasileri… İşte bunu başaramamışlardır. Demek
ki Ehl-i Sünnet dedikleri bildiğimiz sünnet değil. Ona kaldıysa Aleviler de
sünneti yerine getiriyor. Her ne kadar, Emevi halifesi, Sul Tekin’e sünnetsiz
dese de, kendisi sünnetsiz olabilir ama, Sul Tekin değil. Çünkü Batıniliğin
çıkış noktası Emevilerdir. Mucidi Amr İbnülas’tır. Abbasilerde de Batınilik
yok değil. Batıniliğin nüfuz demediği tek millet, Türkler.
b) İmam-ı Azam
Hanefiliği
nasıl olmuşsa, Sünniliğe dahil etmişler. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam’dır.
Hazreti Ebubekir zamanında toplanan beşyüz hadisin, nasıl oluyor da, bunların içindekilerin
kimi doğru, kimi yanlış diye ayıklanacağı yerde,[83]
daha sonraları, bilhassa Emevilerin etkisiyle binleri onbinleri buluyor. İmam-ı
Azam; her önüne gelenin, yalancı mı, değil mi, menfaati dolayısı ile mi böyle
yapıyor, hadis uyduruyor olmasını tenkit etmiş, hatta Halife Mansur’un birine
uydurtarak yazdırdığı hadiste, “malınız,
canınız ve ırzınız halifeye helaldir” denmesi üzerine, bunun doğru
olmadığını, yazanın da yazdırtanın da Müslümanlıkla alakasının bulunamayacağını
söylemiş, bunun üzerine Halife Mansur, “sen
yine de bize karşı gelme” demiştir. Daha sonra Halife Mansur, Eba Müslim
Horasani’yi idam ettirince, İmam-ı Azam bunun nedenini soruyor; “o bize karşıydı” diyor; İmam-ı Azam, “zalimler Allah karşısında hesabını verecektir,
bunu düşünmedin mi”, diyor. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Halife’ye Ebu
Hanife’nin, aleyhinde propagandan yaptığını ve yaptırdığını söylüyorlar. İmam-ı
Azam tutuklanıp zindana atılıyor. Halife Mansur, aynı Emevi halifeleri gibi, “dediklerimi yaparsan, lehime fetva verirsen
belki seni bağışlarım” diyor. İmam-ı Azam kabul etmiyor. Daha pek çok
şeyler teklif edildiği halde, birini bile kabul etmiyor. Sonu da ma’lum. O
bizim şehidimizdir. İmam-ı Azam, Hazreti Muhammet’ten sonra gelen adamdır.
İşte bu nedenle Türkler Hanefidir. İmam-ı Azam gerçeklerin adamıdır. Nakle
değil, akla inanmıştır. Hadisleri kabul edenleri Sünni olarak niteliyorlar, bir
de buna Peygamber Efendimizin yaptıklarını da ilave ederek. Yalnız şu var ki:
Ondan gelen hadis, binleri, onbinleri bulmaz. O beşyüz hadisin içinde bile
gerçek olmayanlar vardı, Hazreti Ebubekir bunları ayıkladı. 124’e düşürdü.
Sünnilikte bir de hükümler vardır. İlla o hükümleri kabul edeceksin. Zaman
değişmiş, çağ değişmiş, şartlar da bambaşka… Bunu düşünen yok! Ben bunları bu
yıl Habertürk Tv.’de Fatih Altaylı’nın “Gündem”
programında dinledim. Konuşanlar Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve Ali Akın’dı.
Taberi naklediyor. Kaysoğlu Ahnef, İran fethini tamamladıktan sonra,
Halife Hazreti Ömer’e bir mektup yazmış, Türkistan’a doğru fetih
hareketlerinde bulunmak için ondan izin istemiş ve bu izni vermişti. Daha sonra
Hazreti Ömer’in “Keşke Horasan’a bir
ordu göndermeseydim, keşke bizimle Horasan toprakları arasında ateşten bir
deniz olsaydı” dediği rivayet olunur.
Hazreti Ömer, Hazreti Ali’nin sorması üzerine konuyu ona açmış,
Peygamber Efendimiz’den bir hadis naklederek, Türklerin üç defa Türkistan’dan
çıkıp dünyayı talan edeceklerini işittiğini, üçüncüsünün acaba bizim üzerimize
mi olacağını düşündüğünü, bunun ise bir felaket olacağını, söylemiştir. Bunun
üzerine Hazreti Ömer, Ahnef’e bir mektup yazıp göndemiş. Bu mektupta ona,
sakın Ceyhun’dan öteye geçmeyin. Bu tarafta kalın. Aksine hareket ederseniz,
dağılır ve perişan olursunuz, demekteydi.[84] Bu anlatılır, söylenir. Her biri bir nivayettir. Ne kadar doğru olduğu
da belli değildir. Ancak tarihi bilgilerde Hazreti Ömer döneminde bırak Türkistan’ı,
Horasan’a bile Arap saldırıları gerçekleşmemişti. Bu ancak Hazreti Osman
döneminde başlamış, Kaysoğlu Ahnef, Horasan topraklarına girmek istemiş ama,
Türkler karşısında çekingen kalmış, durumu Hazreti Ömer’e mektup yazarak iletmiş,
Hazreti Ömer yukarıdaki dediklerini demiştir. Hazreti Ömer, bu “kal” emrini Peygamber Efendimize hürmeten
mi, yoksa Arap ordularının Türkler karşısında mağlup olmalarından, daha
ileriye gidemeyeceklerini, giderlerse daha perişan olacaklarını bildiğinden mi
vermiştir. Düşünün bakalım. Başka türlü olamaz.
c) Battal Gazi
Biri kalkmış, Battal Gazi’yi inkar edercesine bir akıl yürütmüş; nereden
bulmuşsa “Peter of Sicily” adlı bir
kitap bulmuş,[85]
Sicilyalı Peter’in gördüklerinden[86]
başka bir şey olmayan bu kitapta Carbeas ve Chrysocheir[87]
adına rastlamış; okumuş, etkilenmiş, sonra kalkmış Battal Gazi menkıbesinin
bire bir, bu iki ne idüğü belirsiz kişinin öyküleriyle örtüştüğünü[88]
ifade etmiş. Bu örtüşmeyi nasıl tespit etmiş, örtüştüğünü nasıl çözmüş, onu da
anlamak çok zor, hatta imkansız. Bu adam Battal Gazi’nin, ne idüğü belirsiz iki
tipten 150, 160 yıl önce yaşamış bir Emevi Arap komutanı, adının da Abdullah
olduğunu[89]
söylemektedir. Ancak böyle bir komutan var ama, o komutan 702 yılında Bizans
topraklarında bazı önemli fetihlerde bulunmuş ve Darende’yi de ilhak etmiş.[90]
Yani Battal Gazi’den önce yaşamış. 740 yılında Bizanslıların Malatya ve
çevresine de ağır saldırıları var.[91]
Battal Gazi, 717 ile 740 yılları arasında Bizanslılara karşı mücadele vermiş,
büyük kahramanlıklar göstermiş, hatta Abdülmelikoğlu Mesleme komutasındaki
ordunun Bizans’ı kuşatmasında da bulunmuş biridir. Tarihü’t-Taberi’de söz
edildiği gibi, Bizans tarihçisi Theophsies de ondan bahseder. İbnü’l Esir ve
İbni Kesir bile tarihlerinde Battal Gazi’ye yer vermiş, onun Abdülvahap Gazi
ile birlikte katıldıkları savaşlardaki kahramanlıklarını anlatmışlardır.
Battal Gazi 740 yılında vefat etmiş, Eskişehir yakınlarında bulunan
Seyitgazi’de toprağa verilmiştir.[92]
Tarih budur. Meydana gelen olaylar birinin karalaması sonucu meydana
çıkmamıştır.
Görüyoruz ki Battal Gazi gerçek bir şahsiyet. Erdoğan Çınar, Onun
yaşamadığını, halkın muhayyelesinden kaynaklandığını açık açık söylemektedir.
O bunu belirtirken kendine, Carbeas ve Chrysocheir’e de yer yapmaktadır. Neymiş
efendim, Arap komutanı Abdullah, ancak yüzaltmış, yüzyetmiş yıl sonra Battal
Gazileşmiş, ona dair anlatılanlar da, Carbeas ve Chrysocheir’in Bizanslılara
karşı vermiş olduğu savaşlardan çalıntıymış.[93]
Peki, o zaman E. Çınar şunu biliyor mu:
Bir kere Battal Gazi’nin adı Abdullah değil, Abdurrahman’dı. O bir Emevi
Arap değildi. Asla da olmamıştı. O Hazreti Ali soyundandı. Muhammed Hanefi’nin
de torunuydu. VIII. Yüzyıl’ın ortalarına doğru Anadolu’da yaşamış ve Bizanslılara
karşı mücadele vermiş, Eskişehir civarına kadar akınlarda bulunmuş, Seyitgazi
onun adı dolayısı ile bu kasabaya verilmişti.
Peki, akıl var, mantık var; Battal Gazi’den yüzyirmi, yüz otuz yıl sonra
yaşamış Carbeas ve Chrysocheir; nasıl Battal Gazi Destanı’na etki yapar? Battal
Gazi, 863[94]
veya 872[95]
yılından sonra yaşasa, deriz ki bu etkilenme doğrudur. Ama bu iki şahıs Battal
Gazi’den çok sonra yaşamış. Hadi diyelim ki, Battal Gazi, VIII. Yüzyıl ortalarında
değil de, IX. Yüzyıl ortalarında yaşamış, bu bir bir misal. Böyle bir durumda
da “Peter of Sicily” kitabını yazan
kimse veya heyetin[96]
Battal Gazi’nin savaşlarından bir şeyler aşırdığı akla gelmez mi? “Peter of Sicily” kitabı Sicilyalı Peter
adlı birinin gördüklerine dairdir. Daha doğrusu onun seyahatnamesi ama, o
şahsın gerçek olduğuna dair her hangi bir belge yok. Biri eline divitini alıp,
sanki Anadolu’da yaşamış ve olayları görmüş gibi yazmış. Buna inanan,
Alevilerin, Bektaşilerin kökenini Türkistan kültüründe, Türk kültüründe aramak
yerine, Roma kültüründe, Ermeni kültüründe[97]
arayan biri de, aklınca bir şeyler söylemek istiyor. Buna ancak güler geçerim.
Benim güldüğüm gibi Bektaşiler de Aleviler de, o kişiyi ciddiye almayıp güler
geçerler. Battal Gazi’nin göz göre göre, bir iki yalan dolan ile inkar
edildiğini gören bir Alevi bile Erdoğan Çınar diye birini ve eserlerini tanımaz.
Saf temiz Aleviliği muhafaza eden Aleviler, yani Kızılbaşlar Bektaşiliğe
yakındırlar. Ancak günümüzde bir kısmı bozulmuştur. Bunda Almanya’dan gelen
Alevi dernek temsilcilerinin rolü olduğu kadar, kimi Tv.’lerdeki yanlış yayınların
ve hükümet politikalarının da tesiri bulunabilir. Hatta Türkiye’deki
Aleviliğin gittikçe Şialaşmaya yüz tuttuğunu da görmekteyiz. Turgut Özal’ın
iktidara gelmesinden önce bir Alevi bile eline zincirler alıp da, sırtını
dövmez, kendini kan-revan içinde bırakmazdı. Şimdi bu gibi törenler her yıl
gittikçe yayılmakta, hatta bu törenlerin Cem-Evlerinde de yapılmasının
yaygınlaştırılması istenmektedir. Kimi Tv.lere Almanya’dan konuk edilen dernek
temsilcileri, kendilerinin ve Alevilerin Türk olmadığını söyleyecek kadar
ileri gitmektedirler. Bunu 4-5 yıl kadar önce bir programda seyretmiştim.
Gerçi ona Alevi dedelerinden gerekli cevaplar geldi ama, Alevilerin Türk
olmadığı çalışmaları halen yapılmaktadır. Temennimiz Almanya’daki Alevi Bektaşi
derneklerinin bunlara alet olmaması. Bektaşilik Türklük demektir. Türk insanlarından
müteşekkildir. Bektaşiliği bilen, Hacı Bektaş’a inanan Aleviden ayrılık
gayrılık beklenmez, bir an bile olsun beklenmemelidir.
I- BİR İNANÇ VE GÜNÜMÜZ
a) Kızılbaşlık
Aleviliğin
başlangıcı, yani Saf Temiz Alevilik Kızılbaşlıktı. Bu ise Osmanlı Devleti’nin
kuruluşundan itibaren Anadolu’da vardır. Abdallıktı, Babalıktı, Bektaşilikti.
Ancak bunlar A. Y. Ocak’ın dediği gibi, Hazreti Ali mihverinde değildiler. Oniki
İmam, Kızılbaşlıkta bir anlam ifade etmezdi. Bir araya geldiklerinde ehl-i
Beyt’in “e”sinden bile bahsetmezdiler. Onlarınki Türklüktü, Eba Müslim
hayranlığı, İmam-ı Azam sevgisiydi.
Çoğu Alevilik ve Bektaşilik üzerine araştırma yapanlara göre, eski Türk
dini ve inancının önemli bir kısmını muhafaza ettiklerinden; Müslümanlık adı
altında Araplaştırmaya, hatta “Kültür ve
Edebiyat” adı altında Farslaştırmaya karşı olduklarından, buna karşı çıkan
Türklere, mutaassıp zümreler Kızılbaş adını vermişlerdi. Bu kelime Divan-ı
Lügatü’t-Türk’te geçer. Kaşgarlı Mahmut’a göre, Oğuz Türkleri savaşlarda kırmızı
ipek kumaştan bayraklar kullanırlardı.[98] Kırmızı, Türkçede kızıl demektir. Bu bayrakları kızıl bayrak olarak da
addedebiliriz.
Kızılbaşlık diğer taraftan, Osmanlı beyliğinin devletleşme yoluna girmesi
ile, sınır boylarında savaşmak için başına kırmızı börk, yani “kızılbörk” giyenlere de denmiştir.[99] Öyle ki Selçuklu döneminde bile, sınır boylarında Hıristiyanlarla çarpışan
Türklerin, başları kanlandığı için, onlara Kızılbaş adının verildiği de
söylenir. Ancak Alparslan’dan çok önce, hatta Pasinler Muharebesi’nden bile
önce Hakkari, Van dolaylarından Anadolu’ya giren Türkmenlerin başında “Kızıl” adlı birinin bulunduğunu biliyoruz.
Bu Türkmenler çarpışa çarpışa Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiş ve Selçuklu
Türklerinin ilk kafilelerinden birini teşkil etmişlerdi. Kızılbaş adının onun
adından mı geldiğini iddia edecek değiliz. Demek istediğimiz, “Kızıl” adının Türklerde çok önemli bir
geçmişi vardır. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün
dedelerine bile “Kızıloğulları”
demektelerdi.
Kızılbaşlık, her ne kadar Ebu Deccane’ye, Hazreti Ali’ye, Şah Feyruz’a,
Yar Ali Sultan’a; daha doğrusu Araplara ve İranlılara[100] mal edilmek istense de, Eba Müslim Horasani’den,
Seyit Battal Gazi’den gelir. Birisi Horasanlı, diğeri Malatyalı. Günümüzde bir
Arap insanına, bir Fars insanına bunu sor; tanımazlar, bilmezler. Seyit Battal
Gazi kimdir, diye aval aval yüzünüze baktıklarınıza bir defa bile şahit oldunuz
mu? Bir sorun bakalım. Bir değil, belki yüz defa şahit olacaksınız. Çünkü bu
kahraman onların kültüründe yoktur. Ama bizim kültürümüzde, sosyal yapımızda
vardır. Bir kahramanlık destanıdır. Bir yiğitlik karakterinin toplumda
muhafaza edilmesidir. O Türkleşmiştir, Türk kültürüne mal edilmiştir. Seyit
Battal Gazi’nin en yakın arkadaşları Türktür. Birinin adı da Duran’dır. İşin
garibine bakın! Anadolu’da ilk Kızılbaş da odur. Kızılbaşlık onun
kahramanlığını yaşatmak ve devam ettirmektir. Ve işin şu garipliğine de bakın
ki, Seyit Battal Gazi, İmam Abdurrahman Alevi’nin kendisidir (bunu İmam Alevi
olarak daha önce ifade etmiştik); ondan başka biri değildir. Aleviler de onunla
birlikte Bizans’a karşı mücadele veren Avasım Türkleridir.
b) Alevi Sünni Çatışması
Geçmişte bir Alevi Sünni çatışmasını yaşatmak istediler. Her şeyi
denemelerine rağmen bu başarılamadı.[101] Sonra Sivas’ta Madımak Oteli olayını çıkardılar. Çok kimse diri diri
yakıldı. Sanki Ortaçağ Avrupasındaydık. Vahşetin böylesi de şimdiye kadar,
Osmanlı dönemimizde bile görülmemişti. Yapanlar bu şehre diğer şehirlerden
otobüslerle getirilmiş dinci kimselerdi. Faillerinden birini de halen yakalayamadılar.
Oysaki onun kaldığı ülke ve yeri de belliydi. Abdülkadir Sezgin’in
dediği gibi, Türk milletini bölmek, Osmanlı’da yaptıkları yetmezmiş gibi,
ülkemizi daha da parçalamak isteyenler bunları yaptırmıştı. Oysa Aleviler de
Türktü, Sünni dediklerimiz de Türktü. Müslümanlığın yayıldığı devirde, “O tarihte Hazreti Ömer’in Müslüman olduğu
tarihte, yani Arapların kız çocuklarını hala kuma gömdükleri tarihte, Orta Asya’da
Türk hakanları: ‘Hakan ve Hatun buyurdu ki…’ diye birlikte ferman verirdi ve
Türk hakanı ile kadınlar eşit haklara sahipti.”[102] Bize birileri tarafından dinimiz öğretilmek istenirken, “Arabın örfü, adeti, tarihi, sanki bizim de
tarihimiz gibi, onun birtakım yanlışlıkları bizim de yanlışımız gibi anlatılmıştır.
Bu doğru değildir.”[103]
Şia,
yani Caferi mezhebinden arkadaşlarım da vardı. Bunlardan biri heykeltıraştı.
Solcu, hatta İran komünisti olmasına rağmen Türkçü ve Turancıdır. Keza Nihat
Çetinkaya da öyle.. Bazı ufak tefek meseleler insanın fikir ve karakterini
değiştirmez. Yine Tebrizli Atilla adlı arkadaşım, kendisini bu mezhepçilikten
arındırmıştı. Demek ki oluyor. Hanefiliğe saygı duyduğum kadar Caferiliğe de
yeri geldiğinde saygı duyarım ama, Türk kültürünü ve Türk insanlarını yok etmek
istemedikçe. Ama bu mezhep Şah İsmail’in elinde Türk kültürüne ve Türk
insanlarına yönelik bir tehlike, çok büyük bir tehlike olmuştur. Yavuz’un
şiddetini bir yönde hoş görmek gerekir. Çünkü öyle olmasaydı Şah İsmail kolay
kolay pes etmezdi. Yavuz bunu yaparken o günün şartlarına göre de hareket etmiş
olabilir.
İşte bu
nedenle Alevilere, aralarında bazı benzer yönler olsa bile Şia diyemeyiz. Hatta
Aleviliği Caferilik olarak dahi değerlendiremeyiz. Ancak Aleviliği İkinci
Mahmut’tan daha önceye illa götürmek gerekirse, bunun Şah İsmail’le değil, Baba
Zünnun’la, Şah Kalender’le başladığını, bu ikisiyle birlikte anılmaya yüz tuttuğunu,
Pir Sultan Abdal’ın da bir Alevi olduğunu söyleyebiliriz. Ama yine de
belirtmekte fayda görmekteyiz ki, Anadolu insanlarının bir kısmının Alevi
olarak zikredilmesi Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra başlamıştır.
[1]
Abdullah Tekin; Babalılar Ayaklanması (Hacı Bektaş’ın Ayaklanmadaki İşlevi ve Babalığı
Bektaşiliğe Dönüştürmesi, Ankara, Karacan Matbaası,
s. 50-51.
[2] Dr.
Hamit. Z. Koşay, Bektaşilik ve Hacı Bektaş Tekkesi, Türk Etnografya Dergisi,
Sayı: 10- 1967’den ayrı basım, Ankara 1968, s. 21-22
[3] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 22
[4] Coşkun
Kökel; Sarı Saltuk ve Balkanlarda Alevi
Bektaşi Kültürü, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:
43, Ankara 2007, s. 119-120
[5]
Abdülbaki Gölpınarlı; Kalender Çelebi,
Türk Ansiklopedisi 21. Cilt, M.E.B.
Yayınları, Ankara
1974, s. 155
[6] A.
Gölpınarlı; Kalender Çelebi …, s. 155
[7] A.
Gölpınarlı; Kalender Çelebi …, s. 155
[9] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 22
[10] H.
Alkar; a.g.e., s.26
[11] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 22
[12] Resul Bali’nin
yukarıdaki şecereye göre oğlu Yusuf Bali’dir. Resul bali’yle Mürsel Bali’ye
kardeş diyen var. Hangisinin doğru olduğunu ben bilemem. Ancak nedense, her halükarda
Yusuf Bali gayya kuyusuna atılmış gibi, güme gider durumda. Yusuf Bali’yi
dikkate almamak olmaz. Bu şecere şimdiye kadarki şecerelerin en karmaşık olanı.
Bir taraftan Balım Sultan’ın türbesinde ona Hızır Bali de, diğer taraftan onun
Resul Bali’nin oğlu olduğunu söyle. Oysaki bu şecerede Resul Bali Hızır
Bali’nin oğlu olarak görünüyor.
[13] A.
Gölpınarlı; Kalender Çelebi …, s. 155
[15] İ. H.
Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi 2. Cild…,
s. 346
[16] Atsız, Aşıkpaşaoğlu Tarihi Ankara 1985, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları;
604, 1000 Temel Eser Dizisi: 110, s. 3
[17] A.
Yaşar Ocak; Balım Sultan, İslam
Ansiklopedisi 5. Cilt, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1992, s. 18
[18] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 20
[19] A.
Yaşar Ocak Balım Sultan…, s. 18
[20]
www.alevileriz/showhread.php?t:522
[21] Ali
Haydar Avcı, Şah kalender İsyanı.
www. hacibektaslilar.com/ article, tr. 2007
[22] Ali
Haydar Avcı, a.g.i.
[23] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 20
[24] www.alevibektasi.org/tbaki.htm/Balım
Sultan’a bkz.
[25] Lemia
Bali - Stanislaw Balinski; http:./www.botav.org/balim-sultan/
[26] A.
Yaşar Ocak; Balım Sultan..., s. 18
[27] A.
Yaşar Ocak; Balım Sultan..., s. 18
[28] A.
Yaşar Ocak; Balım Sultan..., s. 18
[29]
Mücteba İlgürel, Şah
Kalender İslam Ansiklopedisi 24. Cilt, İstanbul 2001, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, s. 249
[30] H. Z.
Koşay; a.g.m., s. 20
[31] M.
İlgürel. a.g.m., s. 249
[32] M.
İlgürel. a.g.m., s. 249
[33] www.tiremportal.com/.../Bali
Baba Zaviyesi Balım Sultan/html
[34] www.tiremportal.com/.../Bali
Baba Zaviyesi Balım Sultan/html
[35] H.
Alkar, a.g.e., s.29
[37] Kutluay
Erdoğan; Alevilik
Bektaşilik,İletişim Yayınları, Yeni Yüzyıl Kitaplığı, Cep Üniversitesi,
İstanbul 1993,. s. 20
[38] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 20
[39] H. Z.
Koşay; a.g.m. s. 20
[40] K.
Erdoğan; a.g.e. s. 31-33
[41] Fuat Köprülü,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
3. baskı, Ankara 1976, Diyanet İşleri Bşk. Yayınları, . s.
209
[42] H. B.
Erk; a.g.e. s. 59-60
[43] E. R.
Fığlalı; a.g.e. s. 19.
[44] K.
Erdoğan; a.g.e. s. 20
[45] Mahmut
Saadettin Bilginer (Şerheden: Seyyit Muhammet Nur); 1-Sımavnakadısıoğlu Şeyh
Bedrettin, Varidat Şerhi ve 2-Ezan-ı Muhemmedi Şerhi, 3- Mürşidü’l Uşşak
(Aşıkların Mürşidi), 4- Rısale-i Salihiyye (Tevhid Mertebeleri), İstanbul 1979,
s. 11; M. Şerefettin Yaltkaya; Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, İstanbul
1994, s. 99
[47] Mıchel
Balıvvet, Şeyh Bedrettin (Tasavvufu ve İsyanı), İstanbul 2005, s. 106-107
[48] 1826
yılına kadar Osmanlı hudutları dahilinde Alevi tabiri kullanılmıyordu. Bektaşi
diyordular. 1950 yılından beri siyasiler Türkiye’de mezhep çatışmasının
bulunduğunu söylemek istiyorlar, neden? Biri Müslümanım der ama, namaz kılmaz,
oruç ta tutmaz. Gerçekten de o Müslümandır. Dr. Abdülkadir Sezgin, Ülkemizde
Alevilik-Sünnilik Meselesi, Ankara 1998, s. 35-37
[49]
Nurettin Albayrak, Pir Sultan Abdal, İslam Ansiklopedisi 34. cild, İstanbul
2007,. s. 277
[50]
Mevlana Celalettin; a.g.e., s. 246
[51] Mikail
Bayram Ssosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evran-Mevlana Mücadelesi, Damal Ofset, konya 2006, s. 218
[52] Azmi
ÖZCAN, Nadir Şah, İslam Ansiklopedisi 32. cild, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 2007,. s. 276-277
[53] A.
ÖZCAN, a.g.m., s. 276-277
[54] San’an
Azer, İran Türkleri, İstanbul 1942, s. 8
[55] İ.
Aka, Şah İsmail (1487-1524), Türk Ansiklopedisi 30. cild, Ankara 1981, s. 189
[56] F.
Öztoprak, Hadım Ali Paşa…, s. 63-64; Rıchard F. Kreutel (Çeviren: Doç. Dr.
Nejdet Öztürk); Haniwaldanus Anonimi’ne Göre Sultan Bayezid-i Veli
(1481-1512), İstanbul 1997, s. 53
[57]
Rıchard F. Kreutel (Çeviren: Doç. Dr. Nejdet Öztürk); Haniwaldanus Anonimi’ne
Göre Sultan Bayezid-i Veli (1481-1512), İstanbul 1997, s. 53
[58] F.
Öztoprak, Hadım Ali Paşa…, s. 64.
[59]
http://www.pirsultanabdal.d/pirsultan5.htm
[60] İ.
Aka, a.g.m., s. 190
[61] İ.
Aka, a.g.m., s. 189
[62] İ.
Aka, a.g.m., s. 189
[63] İ.
Aka, a.g.m., s. 189
[64] İ.
Aka, a.g.m., s. 189
[65] Yavuz
Sultan Selim İdris Bitlisi’ye çok güvenmekteydi. Ona içi boş ama, tuğralı kağıtlar
göndermiş, onun bunları dilediği gibi kullanmasına izin vermişti. O da aşiret
beyleriyle irtibata geçip diledikleri yerleri onlara tahsis etmişti. Abdülkadir
Özcan, İdris-i Bitlisi, İslam Ansiklopedisi 21. cild, İstanbul 2000, s. 486.
[66]
Mufassal Osmanlı Tarihi 2. cilt, İstanbul 1958, s. 743. Kitabımızın başlarında
Zazaların, Türk olduklarını, Celalettin Harzemşah’la birlikte Horasan’dan
geldiklerini belirtmiştim. Bu doğrudur. Onlar Dersim civarına yerleşmişlerdi.
Kürtleri bunlar arasında değil, Şafi ve Yezidiler arasında aramak gerekir.
Aleviliğin çıkış yeri de Türkistan’dır. Kürtlerde Alevilik yoktur. Alevi
Kürtler, aslen Türktür. Alevi Kürt, kendini bir Türk olarak bilir, gerçekten de
öyledir. Kürtler Şafidirler, bir de Yezididirler. Onların mezhebi ve dini budur.
Kutluay Erdoğan, Alevilik Bektaşilik, İstanbul 1993, s. 30.
[67] İ. H.
Danişment, İzahlı Kronolojik Osmanlı Tarihi 2. Cild, İstanbul 1948, s. 19
[68]
Muzaffer Özdağ; Türk Aleviliğinin Yükselişi, İstanbul 1998, s. 44; Bu yanlış anlaşılmasın. O ezanı Türkçeye veyahut
Farsçaya çevirtmemiş ama, anlamını değiştirecek bir ekleme yaptırmış, yani “Eşhedü enne Aliyyen Veliyullah”
dedirmişti. Ayrıca sabahları okunan ezanı da değiştirtmiş, “as-saltu hayrün
mine’n-nevm” yerine “Hayya ala
hayri’l-amel” dedirmişti Cumhuriyetimizin ilk döneminde ezan Allah-ü ekber’in
karşılığı “Tanrı uludur” (Tanrı en büyüktür) diye okunuyordu (Ulu da en büyük
demekti ama, birileri bunu başka anlama çekmiş, halk arasında Cumhuriyet
rejimine karşı olumsuz propaganda malzemesi olarak kullanmıştı. Onun da mucidi
Agop Dilaçar’dı. Bir yıl geçmedi Ermeni asıllı bu adamı Atatürk’le teşr-i mesai
kurdurdular, 2 yıl sonra da Türk Dil Kurumu’nun başına getirilmesini
sağladılar. Sonraları Türkçe ezandaki yanlışlık sohbetlere konu oldu. O da işte
bu yanlışlıktı.).
[69] M.
Özdağ; a.g.e., s. 44-45
[70] M.
Özdağ; a.g.e., s. 47
[71] M.
Özdağ; a.g.e., s. 45
[72] M.
Özdağ; a.g.e., s. 46.
[73] R.
Çavdarlı, a.g.e., s. 16
[74]
Mustafa Uzunpostalcı, Ebu Hanife, İslam Ansiklopedisi 10. cild, İstanbul 1994,
s.133
[75] M.
Uzunpostalcı, a.g.m., s.133
[76] M.
Uzunpostalcı, a.g.m., s.133
[77] Hasan
Basri Erk; Tarih Boyunca Alevilik, Varol Matbaası, İstanbul 1954, s. 149; İşin tuhafı onun 69 yılı sonra
dünyaya yeniden geldiğini çevreye yaymışlar ama, umduklarını bulamayınca, bu
mehdiyi yine gizlemişlerdir. Bunu yazar aynı sayfada söylüyor
[78] İ. H.
Danişment, a.g.e., 2. cild, s. 12
[79] İ.
Aka, a.g.m., s. 189
[80] H. B.
Erk; a.g.e., s. 27-31
[81] H. B.
Erk; a.g.e., s. 53.
[82] A.
Şeref Güzelyazıcı, Ehl-i Sünnet İnanışının Değişmez Metinleri, İstanbul’da
1947, s. 8
[83] Hazreti
Ebubekir, 500 hadisi ayıklamış, bunu 124’e düşürmüştür. Bunu yaparken de
aklına, vicdanına danışmış ve Kur’an’a göre yapmıştır (Mustafa Fayda, Ebu
Bekir, İslam Ansiklopedisi, 10. cilt, İstanbul 1994, s. 105). Çünkü İslam
budur. Akıl, vicdan ve Kur’an’dır. Demek ki Yaşar Nuri Öztürk, doğruları
söylemekte. Yalnız onun bir görüşüne katılmıyorum.
[84]
Zekariya Kitapçı, Arapların
Türkistan’a Girişi, İstanbul 2000, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, s. 43-44,
[85]
Erdoğan Çınar; Aleviliğin Kayıp Bin Yılı,
İstanbul 2009, s. 62-63.
[86] E.
Çınar; a.g.e., s. 61.
[87] E.
Çınar; a.g.e., s. 62-63.
[88] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 63-64.
[89] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 72.
[90] Ernst
Honigmann (Terc: Fikret Işıltan); Bizans
Devleti’nin Doğu Sınırı, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, No: 1528, İstanbul 1970, s. 39
[91] E. Honigmann; a.g.e., s. 55
[92] A. Y.
Ocak; Battal Gazi, İslam
Ansiklopedisi, 5. Cilt; Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1992, s. 204
[93] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 64.
[94] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 64.
[95] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 61.
[96] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 182.
[97] E.
Çınar; Aleviliğin Kayıp…, s. 72-73
[98] H. B.
Erk; a.g.e., s. 39
[99] K.
Erdoğan; a.g.e., s. 10
[100] H. B.
Erk; a.g.e., s. 36-38
[101] 1975
yılında Çorum, 1978 yılında Kahramanmaraş olayları çıkarıldı. Bunları yapanlar
Ülkücüler olarak gazetelerde yansıtıldı. Ancak onların bunda herhangi bir
suçları yoktu. Birileri devreye girmişti. MHP’nin ve Ülkü Ocakları’nın kuruluş
amacında Alevi ve Sünni ayırımı yoktu. 1975 yılından itibaren Ülkü Ocaklarına
bazı kimseler sızdı. Eğitim çalışmalarında yer aldılar. Onlardan biri medya
patronlarından birinin yakını idi. 1978 yılında Kahramanmaraş olayları meydana
geldi. Dış mihraklı ajanlar devreye girmişti. Olay Ülkücülerin üzerine yıkıldı.
Oysa MHP’nin ve Ülkü Ocakları’nın suçu yoktu. Basın olayı MHP ve Ülkü
Ocakları’nın üzerine yıktı. 12 Eylül İhtilali’nden sonra bu kuruluşlar
yargılandı. Suçsuz bulunduklarından 5 yıl sonra serbest bırakıldılar. Ancak
40-50 kadar ülkücü darbe yönetimi tarafından idam edilmişti. Bu idam
kararlarının adaletli bir biçimde verildiğini söyleyemeyiz. Nedenine gelince:
Denge sağlanmak istenmiş, idam edilen Komünistler kadar Ülkücelerden de idam
öngörülmüştü. 12 Eylül Darbesi’ni yapanların içinde bir Türk milliyetçisi bile
yoktu. Amerika’nın emriyle hareket etmişler ve darbeyi gerçekleştirmişlerdi.
Her biri 12 Eylül öncesinin müsebbibiydi.
[102] A.
Sezgin;, a.g.e., s. 41
[103] A.
Sezgin; a.g.e., s. 41-42
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)